Oturmuş bir dizinin yeni oyuncusu olmak kolay oldu mu? Rolü kabul ederken bir endişeniz var mıydı?
Koşarak kabul ettim. 10 sene yurt dışında yaşadıktan sonra Türkiye’ye geçen Şubat ayında geldim ve en son ekrana çıktığımda dünya çok farklıydı. Tam ümitlerimin tükendiği anda Med Yapım’ın ‘Kadın’ dizisi için genç oyuncular aradığını duydum, showreel’ımı izlediler. İki kez seçmelere girdikten sonra kolumun ölçüsünü aldıklarında diziye kabul edildiğimi anladım. Sonrasında Gökçe’yle (Eyüboğlu) yakışıp yakışmadığımıza baktılar ve ‘Kadın’ macerası böyle başladı.
‘Kadın’ı daha önce izlemiş miydiniz?
Oyunculara bir bakayım deyip izlediğimde kadroya inanamadım. İstisnasız herkesin muhteşem oynadığı bir dizi. Onlara yetişmeyi umarak başladım. Bir de tabii kadın hikayesi anlatması, hikayesinin bu denli kıymetli olması, engelli bir bireyi oynuyor olmak benim için çok önemli. Raif karakteri bana başka kapılar açtı ve pek çok şey öğretti.
Sektörün koşullarını nasıl buluyorsunuz? Çocuk oyuncuların olduğu bir settesiniz. Mutlaka hassasiyet gösteriliyordur ama süreci sizden de dinlemek isteriz.
Çocuklar okula gittikleri için sadece hafta sonu çekimleri oluyor. Hiçbir zaman 12 saati geçmiyoruz ve gerçekten müthiş bir duyarlılık gösteriliyor. Onlar da sete değil lunaparka gelir gibi geliyorlar. Saygı ve hayranlıkla karşılıyorum bu hassasiyeti. Tam tersi bir durum motivasyonumu düşürebilirdi çünkü böyle konularda ultra hassasım. Ailemin de hukukçu olmasından dolayı çocukluktan bu yana adalet, haksızlığa karşı ses çıkarma durumu bende hep var.
Türkiye’deki seyirciler dizi karakterlerini çok sahiplenebiliyor. Aldığınız en ilginç veya komik yorum neydi?
Çok mutluyum ve şanslıyım çünkü oynadığım karakteri seyirci çok seviyor. Ama tabii ilginç tepkiler de alıyorum. Mesela birisi bir gün sokakta “Sen engelli değil miydin? Bizi mi kandırdın?” dedi. Bir kere de askerlik arkadaşım Bahattin aradı, ki kendisiyle çok güzel zamanlar geçirmiştik, “Seni televizyonda gördük tekerlekli sandalyedeydin, iyi misin?” dedi. Sonra da “Sana hiç yakışmamış, kalk oradan” dedi.
Sizce Türkiye’de parlamanın doğru zaman ve proje gibi bir formülü var mı? Varsa ne?
Çok fazla dinamik var ve çoğunu kontrol edemiyoruz. Benim değer verdiğim şey, maddiyattan uzak kalıp, bir derinlik yakalamaya çalışmak ve içinde yaşadığım toplumu arkadaş grubundan başlayarak birleştirmek. Bence bu bakış açısı da bana kapılar açıyor.
‘Kadın’dan önce neler yaptınız? Tiyatro ve yurt dışı maceranızı anlatabilir misiniz?
Saint-Joseph’teyken tiyatro yapmaya başladım. Bir gün lisede ‘Macbeth’ oynuyordu tiyatro ekibi. O sırada ekibe dahil değildim. Karate yapan biri olarak oyundaki dövüş koreografisini hiç beğenmedim ve bunu yönetmene söyledim. Sonra o da dövüş koreografisini benim yapmamı istedi. Tiyatro macerası öyle başladı. Sonrasında müzikal yaptık aynı ekiple.
Sesiniz de güzel yani.
Opera söyleyecek kadar iddialı değilim ama karaoke barlarda dikkat çekerim.
Peki liseden sonra ne yaptınız?
Bir ajansa yazıldım ve ‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’nin setinde buldum kendimi. Derken Mimar Sinan’ın konservatuvar sınavına girdim ve kazandım. Zor geçen birkaç ayın sonunda okuldan ayrıldım ve Fransa’ya gittim. Fransa’da Sorbonne’a kabul oldum, ayrıca Cours Florent’a gittim. Okuldan sonra kalıcı işler olmayınca İngiltere’deki üç büyük okulun yani Rada, Lamda ve The Royal Central School of Speech and Drama’nın konservatuvar sınavına girmeye karar verdim. Rada ve Lamda olmadı. Moralim biraz bozulmuştu, üçüncü sınava girmeyecektim ama babam ikna etti. The Royal Central School of Speech and Drama için sınava girmeye giderken uçakta Michael Fassbender’in oynadığı ‘Macbeth’i izledim ve çok etkilendim. Sınavda da monoloğumu değiştirerek Macbeth’i oynadım ve okula kabul edildim. Toplam bir buçuk sene kaldığım okul benim için inanılmaz bir deneyimdi. Okuldan sonra oranın çok popüler ajanslardan biri olan Identity’ye girdim. Ancak ne yazık ki altı ay boyunca pek çok rol için aşama kaydetsek de prosedürsel sorunlar ve pasaport sebebiyle devamı gelmedi. Altı ayın sonunda yolları ayırdık ve ben Türkiye’ye döndüm. Biraz kafamı dinlemek için Alaçatı’ya tatil yapmaya gitmiştim; oradayken Kadir İnanır’ın rol aldığı ‘Kapı’ filmi için görüşmeye çağrıldım ve Türkiye’ye döndükten sonraki ilk işim ‘Kapı’ oldu. Sonrasında Netflix işi ‘Rise of Empires: Ottoman’ için görüştük ama olmadı.
Netflix demişken, nasıl buluyorsunuz Türkiye yapımlarını?
‘Muhafız’ bence iyi bir ilk adımdı. ‘Atiye’yi de çok beğendim. Göbeklitepe’yi temel alması başta olmak üzere çok doğru bir hikaye anlatıyor. Türkiye coğrafyası mistik bir coğrafya ve Avrupa’nın da seveceği Doğu hikayelerinin Türkiye’den çıkabileceğine inanıyorum. Mardin’de çekim yaparken gezdim; durduğun yerden tarih çıkıyor. İnanılmazdı.
İstanbul’la ilgili projeleriniz varmış. Detaylarını paylaşabilir misiniz?
Gönüllü olarak birkaç proje hazırladım. Ekrem İmamoğlu’na da götürmeyi düşünüyoruz. Bunlardan biri Fransa’da gördüğüm bir uygulama. Yerel ve butik esnaf ile şehrin estetiğini koruyan bir proje. Reklamların belli ölçütlerde, belli puntolarda olmasını sağlıyor. Bir diğeri, şehrin estetikten yoksun yerlerinde konservatuvarlar arası, yani mezun ya da öğrencileri dahil eden bir yarışma düzenlemek. Öğrencilerin şehri güzelleştirebileceğine inanıyorum. Resim ve heykel alanındaki pek çok yeteneğin bu anlamda şehre katacak çok şeyi olduğuna inanıyorum. Diğer bir konu da tabii ki küresel ısınmayla ilgili. Birkaç sene içinde hem susuz kalacağız hem de gerçekten yaşanmaz hale gelecek dünya. Hatta tarihte bir anekdot var. Timur, Anadolu’ya girdiğinde bir sincabın hiç yere değmeden ağaçların üzerinden denize girebildiği söylenir, yani o derece ağaçlıymış Anadolu. Sonrasında bozkır hale getirilmiş ama bu neden tersine dönmesin ki?
Tiyatro projeniz var mı?
Psikolog bir arkadaşımla (Selim Eraydın) bir oyun yazıyoruz. Onu bitirince kesinlikle oynamak istiyorum.
‘Kadın’ Fox’ta yayında.