Engin Günaydın

İçimdeki Ses - Engin Günaydın röportajı

Bu, Engin Günaydın’ın yeni filmi hakkında bir röportaj değil. Film vesilesiyle Günaydın’ın dünyasına balıklama bir dalış yapan, sanatçının babasıyla olan ilişkisinden İstanbul’la kurduğu bağa, ‘Vavien’in ona yaşattığı hayal kırıklarına uzanan bir röportaj.

Reklâm

Orta yaşlı bir senaristle, dünyalar güzeli bir genç kadının aşk hikâyesini anlattığı yeni komedisi ‘İçimdeki Ses’ üzerine konuşmak için Engin Günaydın’ın Gümüşsuyu Parkı’nın yamacındaki dairesine girdiğimde mütevazı bir evle karşılaşıyorum. Çok sade döşenmiş: Minyatür bir klarnetçi büstü, ‘İçimdeki Ses’ için yapılmış küçük bir illüstrasyon, bir vazoda canlı çiçekler, kazandığı ödüller dışında pek bir şey yok. Evin sadeliğini geniş, muazzam bir Boğaziçi manzarası dengeliyor, pencereden görünen yaşlı ağaçlara baktığınızda onlara tırmanacak çocukların ne kadar şanslı olduklarını düşünüyorsunuz.

İstanbul: Görmediğimiz şehir

Manzaraya bakarken ‘İçimdeki Ses’te kendi yaşadığı İstanbul’u göstermek için ne kadar uğraştığını anlatmaya başlıyor: “Sinemamızda Barbaros Bulvarı’ndan, Kabataş’tan neden çok az görüntü var? Galata’daki muhteşem sokaklar, Tophane’den Beyoğlu’na tırmanan yokuşlar neden pek yok? Neden sinema üzerinden mekânla bir ilişki kuramıyoruz?” Adını çıkartamadan Peter Ustinov’un ‘İnce Memed’ uyarlaması ‘Memed, My Hawk’tan bahsediyor, filmin nasıl tüm Anadolu’yu tek bir sete çevirdiğini bunun da zaman-mekân ilişkisini yok ettiğini anlatıyor. “Toroslar’ı aşıp hop diye Göreme’ye, oradan da Karadeniz Ormanları’na geçiveriyorlardı atlarıyla”.
 


İsmini sık sık zikrettiği Woody Allen’ın kendi çöplüğü Manhattan’la kurduğuna benzer bir ilişkiyi İstanbul’la kurma çabasına girişmiş yeni filminde. “Görüntü yönetmenimiz sabah ışıklarından akşam kızıllığına her şeyi fotoğrafladı, caddeler, sokaklar en güzel zamanında nasıl görünüyor, onu yakalamayı hedefledik.” Bunları anlatırken sakin bir havası var, öyle ki ülkenin en başarılı aktör ve komedyenlerinden biri olup olmadığı, şimdiden başarılı iki senaryo yazıp yazmadığı, ya da sahte bir diplomayla diş hekimi numarası yapıp insanların yanlış dişlerini çeken bir düzenbaz olup olmadığı ilk bakışta anlaşılamıyor. Sakin mizaçlı, makul bir ciddiyet içerisinde, şakalarla ya da aforizmalarla dolup taşmıyor, düşünmeden cevap vermiyor. Nazik ama yumuşak başlı değil, alttan almasını gerektirecek hiçbir duruma sokmuyor kendini.

Yürümek = Düşünmek

Büyükkafa diye nitelendirdiği İstanbul’dan bahsederken laf yürümeye geldiğinde: “İstanbul’da yürümekten hoşlanmıyorum, ama yürümeyi çok seviyorum.” diyor. “Bu şehir yürünecek bir yer değil, hiçbir şekilde yürümek için tasarlanmamış. Ünlü olmaktan kaynaklanan sorunlar da yaşıyorum, bunlara rağmen yürüyorum, bütün büyük fikirlerimi yürürken bulmuşumdur. Buradan Harbiye’ye basıyorum, Valideçeşme’den Beşiktaş’a, sahilden yeniden Kabataş’a yürüyorum. Hatta ‘O Hikâyedeki Mal Benim’ tamamen yürürken tasarlanmıştır. O dönemki kız arkadaşım telefon açık bekler, bir yandan da aklıma gelen şeyleri not alırdı.” Yürümenin onun için düşünmenin temel bir yolu olduğunu dile getiriyor: “Yürürken sanki yabancı bir toprakta, yalnızca kendi zihnimle beraberim.”
 


‘VavIen’den Sonrası

‘Vavien’ gibi kusursuz bir kara komedi sonrasında bahisleri iyice yükseltip yükseltmediğini sorduğumda ‘Vavien’e dair hayal kırıklıklarını anlatıyor: “Daha içe kapanık, psikolojiyle alakalı bir filmdi ve seyirci bunu sert buldu. Hiç böyle düşünmemiştim, sonuçta bir ressamın değil bir elektrikçinin hayatını anlatıyordu. Böyle bir filmin neresi ağır gelebilir seyirciye? ‘Vavien, teknik anlamıyla da bir anahtardı, bu anahtarın çok yerin kapısını açabileceğini düşünüyordum. Hiç böyle olmadı, nerdeyse sinema kariyerimi bitirecek hallere soktu beni. Ayrıca ‘Vavien’in bir yol olabileceğini de düşünmüştüm, oradan kara mizahla ilgili çok fazla örnek çıkabilirdi, bu da bir hayal kırıklığı yarattı.” Tüm bunları filmi sinemada seyretmek yerine DVD’den (ya da malum ortamlardan) izleyip ve sonrasında göklere çıkaran binlerce insana hiç sitem etmeden dile getiriyor. Bir noktada belki de seyirciyi önemsemesi gerektiğini itiraf ediyor, Sırrı Süreyya Önder’in kalantor yapımcı rolünde dile getirdiği tanım aslında ‘İçimdeki Ses’in sikletini belli ediyor gibi: “Vavien değil, ama bir Recep İvedik de değil”. Kendisi de yarım ağızla da olsa: “Orada bir anlamda filmin psikolojisini tarif etmeye çalışıyorum.” diyor, ancak filmin karakterlerin doğaları ve anlatım tarzı üzerinden yenilikçi bir yanı olduğunu da ekliyor. “Yeni bir dünya oluşturduğumu, filmin şehir hayatıyla ilgili yeni bir dil önerebileceğini düşünüyorum. Bunu seyirciyi mutsuz etmeden, pesimist bir dünyaya sürüklemeden yapabileceğine inanıyorum. Neticede o kadar da önemi yok, önemli olan keyfimiz, mutluluğumuz.” 
 

 “Her zaman gerçek olandan yola çıkarım.”

Filmin kahramanı Selim’in içinde bulunduğu durum üzerinden, gerçeklik ve fantezi arasındaki hassas gerilimden, hayalin delilikle, hakikatinse kalp kırıklığıyla neticelenmesinden bahsettiğimizde çocukluğunun geniş sokaklarında ve geniş zamanlarında hayal kurmak için bol bol vakitleri olduğunu anlatıyor. “Biz hayalperest çocuklardık, çok fazla hayal kurduk. Hakikatle karşılaştığımızda çok ciddi bir moral bozukluğu yaşadık. Hakikat hayal ettiğimiz şey değil, bu moralimizi bozabilir. Bu gerçeği öğrenelim ve hayallerimize öyle devam edelim.” Bunları anlatırkenki heyecanı, hayallerinin hepsinin aklının bir köşesinde hâlâ olanca canlılığıyla saklandığını açıkça gösteriyor ama bir yandan da gerçekliğin hakkını veriyor: “Her zaman gerçek olandan yola çıkarım.” diyor, “Ona sarılmaktan başka çaremiz yok. Hakikat sırtımızı yaslayacağımız tek yer, ama bize bir şey öğretirken dan dan kafamıza vuruyor, beynimiz yerinden çıkacak nerdeyse. Bu, Türkiye’yle alakalı olabilir, burada hayaller ve hakikat arasında bir uçurum var.” Sonra laf filmin dayandığı gerçekliğe geliyor: “Taşradan gelen ya da kökleri orada olan, İstanbul’da belli bir güç kazanan, kendini geliştiren ama içinde bir canavar saklayan yeni bir kişilik var, Türk Sineması bu yeni kişilikle ilgili pek bir bilgi vermiyor. Bu çocuklarla ilgili belli bir karakter tanımı yok. Ortadaki nerdeyse Gezi Olayları’na kadar uzanan bir sıkışmışlık hikâyesi. Anadolu çalıştı, çabaladı, değişik bir gençlik, bir karakter yarattı. Zannediliyor ki bu karakter işi bitirdi, her şey yolunda. Ama iletişimi ve hayatla ilişkisi zayıf, içe kapanık ve asosyal bir karakter bu.”  Böyle bir karakterle komedi yapmanın (aslında herhangi bir konuda komedi yapmanın) ne denli etik bir hassasiyet ve duyarlılık gerektirdiğini de ekliyor. Oyun sahası değişti, çünkü açık bir şekilde oyuncular değişti. ‘İçimdeki Ses’ işte bu yeni oyuncuları tanıtma, onlarla iletişim kurma iddiasında. Eğer film hiçbir şey yapmasaydı bile bu girişimi kendine özgü bir parantez açabilmesi için yeterli olurdu.
 

VE BABALAR...

Filmde Füsun Demirel’in canlandırdığı, Günaydın’ın Adile Naşit tipi klasik annenin dışında, yeni bir karakter dediği anneden bahsetmeye başladığımızda bu konuda konuşmaktan ne kadar keyif aldığı hemen fark ediliyor. “Anne bizim doğal tarihimiz.” diyor, “Eğer kim olduğunla ilgili bilgi almak istiyorsan bunu psikiyatriste sormana, kitaplardan araştırmana gerek yok. Doğru bir iletişim kurduğun vakit annen bunu kolaylıkla anlatabilir.”
 

“Peki babalar?” dediğimde, sanki zihnindeki bir çekmeceden çıkarıp okuyormuş gibi bir kararlılıkla yanıtlıyor: “Baban aslında senin geleceğin, ne kadar uğraşsan da sen bir babansın. Eli g*tünde, kiralık, satılık evleri inceleyen, yolda bir tadilat gördüğünde oturup seyreden, ‘n’oluyor burda?’ diye soran adamsın. Hayatım boyunca çalıştım çabaladım, okudum ettim, sırf babamdan daha iyi olabileyim diye. Ama döndüm dolaştım babam oldum.” Bir sonraki filminin konusu babasının son günlerinde onunla kurduğu dostluk ilişkisi: “Çok geniş bir alan, filme bile dar geldi.” diyor ve Türkiye’de baba olmaktan devam ediyoruz: “Bence bu ülkede ilk hayal kırıklığına uğrayan tayfa babalar oldu. Çünkü zannettiler ki ‘Ben bir aile kurarım, bir kraliçem olur, prens ve prenseslerim olur; kendi saltanatımı yürütürüm. Hayal kırıklığı ilk onları yakaladı çünkü çocuk bir baş belası, eleştiriyor, ağzına s*çıyor: ‘Aman baba ya! Sen de gerizekalının teki çıktın’ diyor. Anne çıkıyor: ‘Sen lider falan değilsin, hiçbir şey başaramadın, benim hayal ettiğim adam değilsin.” diyor. Arkadaşlarıyla partiye gitmek istiyor, parti dediğim de kahve olur, pavyon, meyhane olur, oranın da güçlü karakteri olamıyor, doğru cevaplar hep çok geç aklına geliyor. Babalar büyük partiyi bir türlü veremediler. Bunu danışabilecekleri bir psikiyatristleri, ‘Ben nerde yanlış yaptım?’  sorusunu sorabilecekleri bir kişileri bile olmadı.” Kendi babasıyla aralarındaki kendi deyimiyle “höt höt” ilişkiyi yıkıp, babasının gösterdiği adam olmadığını anladığında bir dost kazandığını söylüyor, kederli bir sesle ekliyor: “O zaman babamın ölmesini hiç istememiştim, çünkü onu daha yeni tanımıştım.”

'İçimdeki Ses' 30 Ocak 2015'te vizyona girdi

Tavsiye edilen
    İlginizi çekebilecek diğer içerikler
      Reklâm