büyükada
Fotoğraflar: Özgü İrikök

Adalı olmak ya da ol(a)mamak

Şehrin kaosundan uzaklaşıp huzuru Adalar’da bulmak mümkün mü? Uzun yıllar İstanbul’un göbeğinde yaşadıktan sonra Büyükada’ya taşınan Sarp Dakni Adalı olmayı deneyimini anlattı.

Reklâm

Yazar Mehmet Uhri, Aralık 2003 tarihli ‘Adalılık ve adalı olma’ başlıklı yazısında “Bir adada yaşamak, adalı olmak nasıl bir duygudur hiç düşündünüz mü?” sorusuna yanıt aramıştı. “Adalılık, kültürün salt, yalın haliyle insan ve onun kültürü olarak yeniden tanımlanmasıdır sanki... Adalılık akışkandır...” 

Uhri’nin yalın ve etkileyici tespitlerle dolu yazısının tamamını okumak için internette küçük bir araştırma yapmanız yeterli. Okumakta olduğunuz yazı ise mikro bir bakış açısıyla adalı olmak kavramını Büyükada üzerinden ele alıyor. 

Nasıl Büyükada’ya taşındık, neler bulduk?
Yaklaşık 12 yıl boyunca sırasıyla Tophane, Asmalımescit ve son olarak Cihangir’de yaşayıp Beyoğlu’nun görkemli çöküşüne tanıklık ettikten sonra bir yol ayrımına gelmiştik. Kabataş ve Karaköy’ü hızla etkisi altına alan dev projelerin camlarımızı zangırdatan gürültüsünden ya da işkencesinden hızla kurtulmamız gerekiyordu. Cihangir’de oturduğumuz zarif Art Deco apartmanın yüksek girişinde yer alan dairenin Adalar manzaralı küçük penceresi de bilinçaltımızı tetiklemiş olmalı ki Bodrum mu Büyükada mı ikilemini (neyse ki) B şıkkı ile tamamlayarak eşyalarımızı toplayarak hızla yola koyulduk.

Yaşamımızın yeni durağı olacak olan Ada-i Kebir yani Büyükada, yaklaşık 1200 yıldır kulaktan kulağa yayılan efsanelere, sürgünlere ve özellikle 19. yüzyıldan itibaren göz alıcı ışıltısıyla bugün hâlâ konuşulan eşsiz bir yaşama ev sahipliği yapmış. Bugün ayakta kalmayı başarmış kimi köşk ve evler dışında Ada’nın söz konusu eski hayatının izini sürebileceğiniz hiçbir şey kalmadığını ekleyelim. 

Ailesi 100 yılı aşkın süredir yazlarını Büyükada’da geçiren ada bilgelerinden saygın cerrah ve yazar Akillas Millas’ın tüm çocukluğunu, ilk gençliğini yaşadığı hatta evlenip balayını geçirdiği Büyükada’ya 1989 yılındaki dönüş ziyareti fazlasıyla hüzünlüdür. Bundan neredeyse 30 yıl önce gerçekleşen bu ziyaretin detayları, kalp kırıcı bir dönüşümü resmeder. Tarihi(!) olduğu iddiasındaki dondurmacılar; köfte, lahmacun, kokoreç kokuları; durmadan fotoğraf çeken, birbirlerine artistik pozlar veren günübirlikçi ziyaretçiler; kıvrılarak uzayan fayton kuyruğu; kiralanan sayısız bisiklet... Bunca yıl sonra bu görüntünün neredeyse aynı olduğunu söylemek mümkün. Üç ya da dört tekerlekli elektrikli arabaları eklemeyi de unutmamalı. “Yani Ada son dönemde hiç değişmemiş mi?” sorusu akla gelebilir. Ada her gün büyük bir hızla değişiyor. Gerçek adalılar yerini hızla bizim gibi şehirden kaçan maceraperestlere bırakıyor. Günübirlikçilerin sayısı katlanarak artıyor. Fayton tartışmaları hâlâ hararetini koruyor. Kaldırılmasını isteyenler kadar kimi eski adalılar da göz ardı edilemeyecek bilimsel ve teknik sebeplerle kalmaları gerektiğini savunuyor. (Not: Biz fayton kullanmıyoruz.) İskeleden sonra sizi çepeçevre kuşatan çarşı sokaklarının çirkinliği bizi hâlâ her ayak basışımızda dehşete sürüklüyor. Büyükada’nın güzelliklerini ancak çarşıdan tamamen uzaklaştıktan, Maden ya da Nizam mahallelerinin içlerine doğru ilerledikten sonra görebilirsiniz. Büyükada tıpkı İstanbul gibi giderek kirleniyor, bozuluyor, çirkinleşiyor. Ortadan kaybolan her güzelliğin yerini mutlaka bir çirkinlik alıyor. Ancak bu bakımsızlık ve kaderine terk edilmişliğin altında hâlâ göz alıcı güzellikte bir kadın yaşıyor. İstanbul’un küçük kız kardeşi. Prens adalarının en büyüğü ve kimilerine göre en önemlisi...

İsa Manastırı

Adalı olunca hayatımızda neler değişti?
Büyükada’da ilk kez 1909 yılında kayıt altına alındıktan sonra önemli bir tadilat geçirerek ayakta tutulabilmiş olan eski ve zarif bir köşkün üçüncü katına yerleşiyoruz. Kasım ayında ilk kez ayak bastığımız Ada sokakları kış mevsiminin sessiz ve huzurlu örtüsünü üzerine alıp uykuya çekilmiş. Beyoğlu’nun çöküş dönemiyle gelen ıssızlaşma sürecinde bile alışmadığımız bir dinginlik bu. Koskoca Ada kış uykusuna çekilmiş uyuyor. Köpeklerle birlikte uzun yürüyüşlere çıktığımızda neredeyse kimseyle karşılaşmıyoruz. Önceleri yadırgasak da kısa süre içinde müthiş bir rahatlık hissi veriyor bu durum. 

Kendimize ‘geçici adalılar’ diyoruz. Zira adalı olunmaz adalı doğulur kavramının ne kadar doğru olduğunu her gün yaşadığımız olumlu ve olumsuz tecrübelerle biraz daha iyi anlıyoruz. Adalı olmak dakik olmak demek. Vapuru, motoru kaçırmayacaksın. O yüzden iskeleye hiç değilse beş dakika erken gitmeye çalışıyoruz ama kendimizi sürekli saniyelerle yarışırken ve ter içinde koşarken buluyoruz. Şehirli tembelliği burada da yakamızı bırakmıyor. Ada zamanın durduğu bir yer. Vapurları yakalama yarışı dışında 7/24 ensemizde hissettiğimiz dakikalarla yarışma hissinin burada yok olup gittiğini şaşırarak fark ediyoruz. Adada yaşarken serbest çalışan ya da evini ofisi haline getirmiş biri için motor ve vapurların kış tarifelerinin seyrek olmasının pek bir önemi yok. Yazın sıklaşan motor ve vapur saatlerine bir de deniz otobüsü trafiği ekleniyor. Keşke eklenmese (mi) diyoruz hep. Cevabı herkes için farklı. Düzenli işe gidip gelen biri için özellikle lodos tam bir korku kavramı. Adalı herkes lodosu takip ediyor. En hafif lodoslarda bile motor ve vapurlar peş peşe iptal olabiliyor. Yani şehirde bir arkadaşınızın kapısını çalmanız ya da en yakın otele doğru yönelmeniz an meselesi... Yine de İstanbul’da çalışıp düzenli olarak işe gidip gelenlerin sayısı az değil. 

Şehirdeki tüm sosyal aktivitelerden hızla uzaklaştığımızı fark ediyoruz. Partiler, yemekler, konserler birer birer hayatımızdan çıkıp gidiyor. Önceleri şaşırıyor ve panikliyoruz. Ama sonra bu duruma alışıyoruz. Alışamayanların Ada’da çok uzun kalamadıklarını duyuyoruz hep. Doğru bu. Taşındıktan sonra hayal kırıklığı yaşayıp ilk yıl dolmadan geri dönenlerin sayısı oldukça fazla. Dışarıda yemek yemek kavramı da ister istemez hayatımızdan çıkıp gidiyor. Ada’da yaz kış açık olan restoran sayısı azımsanamayacak kadar çok. Ancak bunların kaç tanesinde gerçekten iyi yemek servis ediliyor derseniz bu başka bir yazının konusu olacak kadar uzun ve karmaşık... Ada restoranlarıyla bir türlü yıldızımız barışmıyor. Sevdiklerimiz de var elbet, yine de ister istemez yüzümüzü mutfağa dönüyoruz. Perşembe günleri gerçekleşen mahalle pazarında enginardan avokadoya, peynirden pul bibere kadar her şey mevcut. Genç ve güler yüzlü esnafın sosyalliği insanın içini pozitif hislerle dolduruyor. Artık her perşembe pazardayız. Hatta esnafla oturup tadına doyulmaz bir menemene bile gömülüyoruz. 

Kışın sessizliği ve huzuru Haziran ayı ile birlikte yerini sıcak havaya ve insan kalabalıklarına bırakıyor. Özellikle Ramazan ayı sonrası bayram günleri ada cennet olmaktan çıkıp cehenneme dönüyor. Bu yazıyı okuyanlara en önemli tavsiyemiz, eğer kendinizi seviyorsanız bayram günleri Büyükada’dan uzak durmanız olur. İnsan kalabalığının güzel bir habitatı nasıl çirkinleştirdiğini görmek ve sıcaktan fenalık geçirmek istiyorsanız o başka. 

Büyükada kış mevsiminde ince bir örtüyle gizliyor kendini. Sabredip bu örtünün altındaki güzellikleri keşfetmek insana büyük bir mutluluk verirken, olgunlaşmaya başladığınızı hissediyorsunuz. Ancak yaz aylarında bu örtü ortadan tamamen kalkıyor. Ada’nın tüm çirkinlikleri de çıplak güneş ışıkları altında ışıldamaya başlıyor. Bu çirkinlikleri keşfetmeye kalbiniz dayanırsa yaz mevsimini de Büyükada’da rahatlıkla geçirebilirsiniz demektir. Gerçek Adalılar onu hep eski güzel günleriyle görüp anıyor olmalı. En azından mutlu görünüyorlar ve bugün yaşanan tüm çirkinlik karşısında hissettikleri öfke ya da üzüntüyü pek belli etmiyorlar.

Bu yazıyı yine Uhri’den bir alıntıyla bitirmek pek uygun olacak. “İnsan ve onun kültürü de doğa ile birlikte kent kültürü içinde hızla başka bir şeylere dönüşüp yok oluyor. Halbuki doğası ve kültürü ile birlikte insanlığın varolabilmesi, yaşayabilmesi adalılığı tanımak, adalı gibi düşünüp yaşamaktan geçiyor. Her ne kadar kent hayatı unuttursa da gerçekte dünyamız da adaya benziyor. Evren denizinin ortasında kaynakları sınırlı biricik yaşam alanımız dünya ve bizler de bu adanın sefil sakinleriyiz aslında...” Yolunuz düşerse sizi de bu küçük dünyaya, Ada-i Kebir’e yani Büyükada’ya bekleriz. Daha fazla dönüşüp tamamen yok olmadan önce...

Büyükada'da nereye gitmeli, neler yemeli?

Nereye gitmeli?

Kadıyoran yokuşunu yürüyerek tırmanıp İsa Rum Manastırı önündeki bankta dinlenin.   

Club Mavi Sunset Restaurant’ta gün batımını izleyin.

Loc’Ada’nın küçük sahilinde güneşlenip dilerseniz denize girin.

Cumartesi günleri, Adalı kadınların açtığı ikinci el stantları ziyaret edin.

Rum Yetimhanesi’ne doğru ormanda bir yürüyüşe çıkın ve Generalin Evi’ni keşfedin.

Ne yemeli?

Yalovalı Kardeşler Şarküteri’de patates kroket 

Club Mavi Sunset Restaurant’ta kahvaltı 

Hile Balık’ta tereyağlı karides

Loc’Ada’da cevizli ezme 

Bahçede Sinek Kafe’de parmesan çıtır

Cafe Spitz’te çikolatalı naneli dondurma 

Tavsiye edilen
    İlginizi çekebilecek diğer içerikler
      Reklâm