İstanbul dersem çık

Bant Mag. kurucularından James Hakan Dedeoğlu’nun, arzusunu hayata geçirdiği ilk romanı ‘Bunu Biz İstedik İstanbul’ raflarda sizleri bekliyor. Sadi Güran’ın illüstrasyonlarının da yer aldığı romanda İstanbul’un başına neler getirdiğini dinledik.

Yazan:
Nadir Sönmez
Reklâm

Bant Mag. dergisini çıkarmaya başladığınızda bu denli uzun bir yolculuğa çıkmayı öngörüyor muydunuz? O günlerde hayalini kurduğunuz dergi nerelere geldi?

Elbette bu kadar uzun soluklu bir maratona dönüşeceği aklımızın ucundan geçmezdi. Gerçi başladığımızda aklımızda hiçbir şey yoktu, sadece heyecan ve bir dolu fikir vardı. Ama yıllar öyle bir geçti; koşullar, dönemler öyle bir değişti ki bunlara uyum sağlamak için, kendimizden ödün de vermeden hayatta kalmanın yollarını bulduk. Dergiye başladığımızda Facebook, Instagram vs. gibi sosyal medya araçları yoktu. Artık pek esamesi okunmayan blogger’lık bile yoktu. Aylık sadece basılı çıkan, üzerine uzun uzun çalıştığımız sayıları ve o dönemi özlüyorum. Bugünün hızı ve değişkenliği baş döndürüyor. Ama geldiğimiz noktada her kanaldan farklı üretimler yapan bir ekibe dönüştük. YouTube kanalımızdan, Kadıköy’deki etkinlik mekanımıza... Artık daha fazla insana ulaşıyor ve dokunuyoruz. 

Hem Oak ve Ricochet gibi gruplarla hem de TSU! ismiyle solo olarak müzik yaptığınız bir kariyeriniz oldu. Aynı zamanda radyoculuk da yapıyorsunuz. Müzikle bağınız bugün ne durumda?

Hem dergi hem de etkinlikler sebebiyle müzikle kopmayan bir bağım var. Hatta şu sıralar 10. yılına giren, sadece yerli ve bağımsız plak şirketlerinden çıkan ya da tamamen DIY estetiğiyle üretim yapan gruplara yer verdiğimiz festivalimiz Demonation üzerine çalışıyoruz. Bunun yanı sıra TSU! adı altında müzik yapmaya devam ediyorum. Tercihi olarak fazla konser vermesem de bu yaz Mert Uçer ile yeni albümümü kaydettim. Onu da bahara kadar yayınlamış olmayı planlıyorum. 

‘Bunu Biz İstedik İstanbul’ ilk romanınız. Yola nasıl çıktınız? Kitabın yazım süreci nasıldı?

Aslında roman yazmak, buna vakit ayırabilmek kendimi bildim bileli en derin arzularımdan biri olmuştu. Bant macerası başlamadan evvel yazmış olduğum ama yayınlanmayan iki romanım da vardı. Aradan yıllar geçti, yayıncılık ve diğer meşgaleler ağır bastı. Ta ki, Sadi Güran ile birlikte, biraz da eğlenmek için başladığımız ‘Rumeli Kabusu’ isimli grafik novella kitabımız basılana kadar. Bu kitap 2017 yılında yayınlandı. Sonrasında vakit kaybetmeden, bir süredir kafamda dolanan İstanbul’un başına gelebilecek türlü doğaüstü felaket senaryoları fikrine yoğunlaştım. Fikir eğlenceli gelmişti. İşten arta kalan zamanlarda kısa kısa öyküler yazacak, hem dilimi hem bu fikri geliştirecektim. İki yıla yakın bir süre üzerinde çalıştım ve nihayetinde romana evirildi. 

İstanbul’daki yaşamı kar yağışının bloke ettiği bir hikaye tasarlamışsınız. Soğuğu hayal etmeye nasıl başladınız? Soğuk bir kentin duyuların ötesindeki karşılığı nedir?

Kara teslim olmuş bir İstanbul kadar mest eden manzara az vardır. Doğanın birkaç saatliğine de olsa “ben burdayım” demesi, insan hayatından daha büyük olduğunu hatırlatmasını hep sevmişimdir. Birçoğumuzun çocukluğundan kalan en canlı anılar arasında İstanbul’un kara teslim olduğu günler var. 1984 kışındaki kar fırtınası gibi... Elbette İstanbul hep galip gelir ve güzelim kar, araba lastikleri altında çamur olur. Bu durum beni küçüklüğümden beri hep çok üzerdi. Kar erimeye başlayınca engel olamadığım bir hayal kırıklığı yaşardım. İstanbul’u merkezine alan bir kitap yazmaya başlayınca bu şehre istediğimi yapabileceğimi fark ettim ve içimden geldiğince kar yağdırmak istedim. Ve iyi de geldi... Günlerce, haftalarca kar altında bir İstanbul’daymışım gibi hissettim.  

Dinamik bir anlatımınız var. Metninizin temposunu belirlerken nelere önem verdiniz?

Her zaman akıcı, dolanmayan, gösterişten uzak metinleri sevdim ve yazı dilim de kendimi bildim bileli böyle oldu. Dolayısıyla bir tempo belirlemekten ziyade içimden geldiği gibi yazdım diyebilirim. Kitabın kurgusunu ise yazarken değil, başka işler yaparken, gün içerisinde kafamda tasarladığım için; yazmaya oturduğum zaman süreç oldukça hızlı ilerliyordu. İki yıl sürmesi iş hayatımızın yoğunluğundandı ve biraz da dilimi, tarzımı geliştirme çabasıydı. 

Kitabınızda Bosch ve Hopper gibi sanatçıların resimlerine benzeterek anlattığınız manzara ya da durumlar var. Karakterlerinizden Sadi de bir çizer. Görsel sanatları düşünmek ya da ele almak yazarken size nasıl olanaklar sağlıyor?

Resimler bir anın, bir duygu durumunun ya da bir manzaranın en iyi betimleyicileri aslında. Dolayısıyla arada sırada, bir dolu kelime ile anlatacağım bir sahneyi, tek bir ressamın işlerine referans vererek anlatmaktan keyif aldım. Bilen biri için zaten hemen durumun güzel bir izahı oluyor. Bilmeyen ama meraklı biri içinse nefis bir keşif olabilir bu.

Kadıköy’ün kitapta ayrı bir yeri var. Bu semtle ilişkinizi anlatabilir misiniz?

Eşim ve ortağım Aylin ile birlikte 15 yıldır Kadıköy’de yaşıyoruz. Tüm iş arkadaşlarımız, işimiz, hayatımız burada. Zaten doğma büyüme Fenerbahçe, Dalyanlıyım. Dolayısıyla İstanbul’a dair bir kitap yazarken bilmediğim, gitmediğim semtlerde geçen hikayeler yazmak istemedim. Kadıköy kadar Fenerbahçe sahilinin de kitapta yeri çok. Oralar da çocukluk ve ergenlik yıllarımın geçtiği yerler. Hatta nerelisin diye sorsalar İstanbul’dan önce Kadıköylüyüm demeyi tercih ederim. Beni ben yapan yerler oralar çünkü.

Kitapta Sadi Güran’ın illüstrasyonları yer alıyor. Sadi Güran yazdıklarınızı ne zaman okudu? Nasıl bir iş birliğiniz oldu?

Sadi ile 16 yıl önce tanıştım. Eşim Aylin Güngör’ün en yakın arkadaşıydı. Sonra hep birlikte Bant’ı kurduk ve o gün bugündür aynı yolun yolcusu iki dostuz. Sadi ile daha önce de çalıştığım için kitaptan en başından beri haberi vardı. Yazdıkça onunla da paylaştım, fikir ve yorumlarını aldım. Sonrasında, spoiler vermek istemeyeceğim için detaya girmiyorum ama kitabın sonunda ortaya çıkan bir eskiz defteri var. Aylin bu eskiz defterinde yer alan çizimleri okuyucuların da görmesinin güzel bir fikir olacağına söyledi, ki bu nefis bir fikirdi, ben de Sadi’nin kapısını çaldım.

İstanbul’da yaşayıp bahsettiğiniz yerlerde anıları olan okuyucularınızla, İstanbul’u bilmeyen okuyucularınızın kitabı deneyimleme biçimleri nasıl farklılıklar gösterecek?

Bahsettiğim yerleri bilmeyen okuyucuların neler düşüneceğini inan bilmiyorum. Ama bahsi geçen yerleri merak edeceklerini, belki oralara gitmek, oralardan geçmek isteyeceklerini düşünmek istiyorum. Mesela Petros Markaris’in komiser Haritos romanlarında sürekli detaylı bir Atina anlatımı vardır. Sokak sokak, cadde cadde isimleriyle verir. Hayatımda görmedim Atina’yı ama Markaris sağ olsun, merak ettiğim, gizemli bir Atina var şu an kafamda. Dolayısıyla bazen adres göstere göstere bir yerden bahsetmeyi seviyorum. Merak uyandırdığı kadar o yeri, bir şekilde ölümsüzleştirdiğini de düşünüyorum. Mesela kitapta adı geçen yerlerden biri Yeldeğirmeni’ndeki Valpedra Apartmanı. Belki kitabı okuyan biri sırf merakından gider o binaya bakar. Zira nefis bir mimarisi var.  

Diğer işleriniz bu kitabın yazım sürecini nasıl besledi?

Bant hayatımızın o kadar büyük bir parçası ki özel hayat ve iş hayatı diye bir ayırımımız kalmadı diyebilirim. Dolayısıyla hayatımı hem sosyal, hem kültürel, hem maddi olarak besleyen şey elbette kitap üzerinde de etkili olmuştur. Ancak bunları ayıklamam, şu şöyle etkiledi, besledi demem çok zor.

Yazarken okuyucuyu ne sıklıkla ve hangi sebeplerle düşünüyorsunuz?

Aslında her şey bir etki yaratmak ve bırakmakla ilgili. Bunu da kendi üstünüzde değil okuyucu üzerinde bırakmayı arzularsınız. Elbette hiçbir okuyucu aynı değil ve istediğiniz etkiyi herkes üzerinde bırakmanıza imkan yok. Ama yazarken kafamın içinde bana eşlik eden bir okuyucu var sürekli. Arada dönüp bir şeyler soruyorum ona, nasıl hissettiğini tartıyorum, istediğim etkiyi bırakıp bırakamadığımı anlamaya çalışıyorum. Bir de kafamdaki okuyucu dışında Aylin var. Ne yazdıysam ilk o okur; anladıysa, sevdiyse, etki yerindeyse tamamdır.

İstanbul’a aşık mısınız?

İstanbul’u seviyorum elbette ama aşık da değilim, olmak da istemem. Ayrıca hadi biraz daha seveyim dedikçe seni kendinden uzaklaştıran bir şehir burası. Ah bu şehir şöyle güzel olabilirdi, şöyle olsa dünyanın en güzel yeri olabilirdi, ah biz buraya ne ettik, vah biz şuraya ne diktik diye diye bir şehirde yaşanır mı? Sürekli içinde yaşadığın şehir için hayıflanılır mı? Kanal İstanbul gibi bir projenin yapılacağı şehirde yaşanılır mı? Ben şimdilik yaşıyorum ama gitmekte bir beis görmüyorum. Ayrıca dünya nefis yerlerle dolu; gezip görmekte, bir yere kazık çakmamakta fayda var. Gönlümü başka şehirlere kaptırmakla ilgili bir derdim yok anlayacağın. 

Bunu Biz İstedik İstanbul’, KaraKarga Yayınları, 208 sayfa, 24 TL

Tavsiye edilen
    İlginizi çekebilecek diğer içerikler
      Reklâm