Nazlıcan Yöney
Nazlıcan Yöney

House of Sòl

Yazan:
Time Out İstanbul editörleri
Reklâm

Bize biraz kendinizden bahsedebilir misiniz? House of Sól markasını kurmadan önce neler yaptınız? Siyaset bilimi okuduktan sonra mücevher tasarımı alanına geçişiniz nasıl oldu?

Hayatımın bir kısmı geleneksel kurumsal kariyer patikasında ilerlerken paralelinde de küçüklüğümden beri hep hayatımda olan, daha yaratıcı, tasarım odaklı patikadan da hiç vazgeçmedim. Lise sonda ÖSS’ye hazırlanırken de, sonrasında ODTÜ’de okurken de, Istanbul’a taşınıp kurumsalda çalışmaya başladığımda hep farklı sanat dalları ve onların farklı ekolleri hakkında hem teorik, hem de pratik eğitimler almaya devam ettim, bir çok sanatçı ve tasarımcıyla atölye çalışmalarımız oldu, farklı ürünler ve eserlerin tasarımlarını yaptık. Fakat bir yandan da MBA yapıp, sonrasında teknoloji sektöründe geleneksel kariyerimi inşa etmeye de devam ettim. Bu ikisi birbirini hep dengeledi, tüm profesyonel kariyerim boyunca, hafta içi her gün kurumsal kariyerimi devam ettirirken, hafta sonları evimdeki tasarım stüdyomdan bir dakika bile çıkmadım. Sanırım akıl sağlımı buna borçluyum. Genelde neye ihtiyacım varsa onu almak değil, kendi ihtiyacım ve estetik zevkime göre bizzat yapmak beni çok daha tatmin etti. Bu sebeple tasarladığım şeyler sadece mücevherle sınırlı değil aslında; örneğin banyomu yeniletirken tüm evlerde aynı standart düz beyaz seramik lavabolar olması fikrini sevmediğim için kendim çini desenli bir porselen bir lavabo tasarlayıp, yaptım. Küçüklüğümden beri büyük aşure kazanlarının bombeli yapısı çok hoşuma gittiği için lavabonun kalıbını en büyük aşure kazanı ile alıp, üzerine postmodern yorumumla geleneksel İznik çini desenlerini çizip fırınlamıştım. Ortaya çıkan ürün son derece biricik ve kimsede olmayan bir zamansız bir lavabo tasarımıydı.

House of Sól’un çıkışı da benzeri bir hikayenin sonucunda oluştu. Kapalıçarşı kültürü benim için hep çok kıymetlidir. Sadece mücevher alanında değil, inanılmaz bir zanaat tarihine sahip orası, hala hakkını verebildik mi üzerinde durduğumuz tarihin emin değilim. Senelerce her hafta sonu turistlerin girmediği, yerlisinin, yalnız orayı bilenin, çalışanın girdiği, çoğu çıkmaz olan sokakları, labirent gibi iş hanlarını, film seti gibi atölyelerini yavaş yavaş keşfettim. Öte yandan, dünya sahnesinde kendimizi nasıl bir kostümle inşa edip, temsil ettiğimiz benim için hep çok önemliydi. Ve bence bir insanının ne kadar derinlikli ve sofistike kültüre sahip olduğunu seçtiği kıyafetlerden, çantadan, ayakkabıdan ziyade, mücevher seçiminden anlayabiliriz. Hangi parmağına hangi taşı takmış? İncisinin cinsi ne? O altın işini yapan ustayı nereden bulmuş?.. Bu soruları bana sorduran biriyle karşılaşıp, tanışınca, gözlerimden yıldızlar fırlıyor genelde. Öte yandan günümüzde artık böyle insanları giderek daha da az görüyoruz, herkes maddi değerinden bağımsız aynı kıyafetlere, aynı takılara, tokalara ve hikayelere sahip. Bu gürültülü sıradanlık çağımızın vebası gibi.

Kendi mücevher koleksiyonumu başlatmak, inşa etmek, kuyum zanaatını öğrenmek, taşların dünyasını anlamak için Kapalıçarşı’ya düzenli olarak gitmeye başladım. Oradaki Ermeni ustalardan farklı farklı zanaat alanlarında eğitim alarak kendimi geliştirdim; değerli metal şekillendirmek, doğru değerli taşları seçmek, kesmek, mıhlamak..gibi. Birinin önce çok özel bir İran turkuazını ya da Hint safirini satın alıp, o taşla göz göze saatler geçirip, ondan kolye mi, yüzük mi yapmaya karar vermesi, kağıda çizdiği bir tasarım sayısız usta ve atölyenin desteği ile gerçeğe dönüştürüp takması, inanılmaz bir tatmin. Onu bir kere yaşadınız mı bir daha herkesin üzerinde gördüğünüz mücevheri zaten takasınız gelmiyor. Böyle böyle seneler içerisinde ben hem Çarşı’da el öğrenip, hem de ufaktan kendi oyun alanımı inşa etmeye başlamıştım. Haftasonu atölyede bitirdiğiniz bir kolyeye, hafta içi aşırı önemli bir toplantıda sunum yaparken insanların kitlenip baka kalması ise inanılmaz kıymetli bir motivasyon, “Nereden aldın bunu? Ne demek sen yaptın? Nasıl yaptın? Oha! Bana da yapar mısın?”la geçen senelerin sonunda bu emekler büyüdü ve markalaştı; fakat House of Sól sadece bir mücevher markası değil; Kapalıçarşı ve genel olarak Doğu’dan çıkan, bu toprakların altındaki taşların, madenlerin, üzerindeki sanat ve zanaat tarihini anlattığım bir tasarım gustosu, mücevher tasarımı ise duraklarımızdan ilki.

House of Sól markasının kuruluş hikayesi nedir? Bu markayı oluşturma fikri nasıl ortaya çıktı?

House of Sól benim ilgi alanımı, eğitimimi ve yeteneğimi alıp, ekibimle beraber çok başarılı bir fashion start up’a çevirdiğimiz bir vizyon. House of Sól’ü üzerine inşa ettiğimiz platform ise feminist, post modern bir Turquerie markası olmak.

Turquerie, Avrupa’da, bilhassa Fransa’da kuvvetlenen Türk kültürü, yaşam biçimi ve sanatına duyulan bir hayranlık, bir beğeni referansı. Bu dönem sonucunda Avrupa’da Osmanlı’dan gelen binbir türlü değerli taş, işlenmiş el emeği, zanaat, çini, halı, kıyafet, kahveye yani genel olarak Doğu’dan gelen bu incelikli yaşam gustosuna inanılmaz bir hayranlık ortaya çıkıyor.

Bir Siyaset Bilimci olarak bu kıymetli çerçeveyi tarihsel bağlamını yenileyerek bir tasarım vizyonu çevirip, bu vizyonu ürünleştirip, sonrasında pozisyonlamasını ve markalaştırmasını ve buna bağlı olarak satış kanallarının inşası, reklam stratejisinin kurgulanmasına kadar götürdüm. Yani bakınca hem siyaset bilimi, hem pazarlama müdürü, hem de tasarımcı şapkalarımın ortak bir kümesi HoS.

House of Sól
House of Sól

Markanın ismi nereden geliyor? House of Sól’un anlamı ve markanın vizyonu  nedir?

House of Sól, ismiyle müstesna “Güneşin Hanedanlığı” demek. İsminin çıkış  ve mottomuz ise çok sevdiğim Latince bir deyimden geliyor, Ex Oriente Lux. Bu deyimin direk çevirisi “Işık Doğu’dan yükselir” anlamına gelse de; çok katmanlı anlamı ve tarihi referansı ise Doğu kültürlerinin antik zamanlardan beri damıtarak biriktirdiği tarih, felsefe, din ve hatta sanat ve zanaat geçmişlerine bir saygı duruşu.

House of Sól tasarımları Turquerie temasına post-modern ve feminist bir yorum getiriyor. Bu temayı ve markanın yaklaşımını biraz detaylandırabilir misiniz?

Sanatta ve sonrasında modadaki geleneksel bakış açısı ve yönünün, hep aktif erkek gözünden pasifize ve materyalize edilmiş kadına doğru olması küçüklüğümden beri gözümü seğirten bir aptallıktır. Bunun tarihte ne kadar ama ne kadar geriye gittiğini ve ne kadar günümüze taştığını gördükçe daha sinirleniyordum. Moda bilhassa 40 bedene sahip sağlıklı kadınlara, 32 beden anoreksik mankenler üzerinden satılan ürün stratejisi ile dolu. İnanılmaz bir böyle gelmiş, elbette böyle geçercilik dolu sektör. Örneğin ben 50 yaş üzerinde, normalde modellik yapmayan gerçek kadınları marka yüzü olarak seçeceğim ve çekimlerde photoshop kullanmayacağız dediğim de sektörün ileri gelen abilerinden biri, hata yaptığımı, kadınları özendirmem gerektiğini, onlara olabilecekleri bir hayali satamayacağım hakkında bana uzun bir konuşma yapma cesaretinde bulunmuştu.

Benzeri bir sığlık tarihsel olarak Turquerie konusunda var, yani Türk - Doğu kültürüne özenme. Kapılarını Batılı gezginlere, ressamlara, bestecilere görece geç açan, geç kaynaşan Osmanlının tehlikeli bir şekilde mistisize edildiği, egzotikleştirilerek metalaştıralan yaşam tarzı ve kültürünü emip, adeta bir kıyafet balosunda kostüm haline getirilmesine verilen bir reaksiyon. HoS’un mottosu “Ex Oriente Lux”, Latince “Güneş Doğu’dan doğar” demek, bu tabi ki pusula görevinde bir cümle değil, Güneş yani Dünya’ya hayat veren ışık Doğu topraklarından çıktı, zanaat, felsefe, bilim, matematik… Dengeleri hep oturtmak lazım, yoksa biliyoruz ki durduğumuz yerde durursak aslında geri gideriz.

House of Sól’un nasıl bir tarzını ve estetiğini nasıl oluşturdunuz? Tasarımlarınız kimlere hitap ediyor?

Kadınlara modern bir kalkan olmak için başlangıcımızı statement kolyelerle başlattık; markanın duruşunu en damıtılmış bi şekilde ürünleştirecek tasarım buydu. Hem el yapımı, hem limitli üretilen, hem özel tasarım, hem tüm işçiliği ve malzemesi Doğu’ya has, hem de kadınlara ilham ve destek olacak bir eser olsun istedik. Bu yüzden bu görkemli değerli  taş ve inciler bize müthiş bir oyun alanı sağladı. İsterseniz boynunuzdan çıkarıp özel bir akşam yemeğinde sofranızı da süsleyebileceğiniz barok incilerinize, çocukluğunuzdan kalma charm’ları da takıp en özel şekilde kişiselleştirebilceksiniz. Çok zamansız ama bi o kadar da kişiye has bir kalkan.

Öte yandan, bu tasarımlar ise son derece feminist bir duruşu olan bir markaya ait, hitap ettiği de keza öyle, amacımız kadınlara dik durmayı, ne olursa sınırlarını çizip kendi hayatlarını inşa etmeyi; sistem tersine ittirse de el yapımının, az ama kıymetli alışveriş yapmaya ilham vermeyi, orjinal tasarımı ve tasarımcıyı korumayı ve Doğu’nun hazinelerine hak ettiği kıymeti vermeyi hatırlatmayı hedefliyor, yani herkese hitap eden, fast fashion bir modanın estetik kültüründen ziyade çok daha az ama öz bir kitleye hitap ediyoruz. Bu sebeple hiç bir zaman bir kadına tüm modellerimizi satma gibi bir gayemiz yok; fakat onun en kıymet verdiği mücevherlerden biri olma hayalimiz var: adeta bir şövalye kalkanı giyer gibi önemli bir sunumunu yapmaya giderken, sıkıcı bir iş yemeğine giderken ya da son kullanım tarihi geçmiş kocasını boşarken takmak isteyeceği. Çünkü bu gerdanlık kadınlar için, kadınlar tarafından tam da bu amaçla tek tek, çok özenilerek yapıldı.

Koleksiyonlarınızın tasarım süreci nasıl işliyor?

Başlangıç noktamız, adeta bir heykel gibi kullandığımı değerli taşlarımız. Her zaman en iyi kalitede değerli taş kullandığımız için çıkış noktalarımızı onların çevresinde şekillendiriyoruz.

HoS mercanları, turkuazları, incileri, elmasları çok seven ve sık kullanan bir marka. Fakat içimize sinen kalitede bir taş gelene kadar tasarımına başlamıyoruz. İstenilen kalitede bir taş geldiğinde ise o sezonu çıkaracak kadar taşı alıp, tasarım sürecine geçiyoruz. Örneğin uzun zamandır gelmesini beklediğimiz yüksek kalite bir inci sonunda geldiğinde onu adeta boyna takılan bir taç gibi nasıl kurgularız onun etrafında konuşup çizmeye başlıyoruz. Tasarım stüdyomuzda masamız o sezonun seçilen taşları ile doludur, sonra önümüze kocaman bembeyaz kağıtlar alıp; o taşların etrafındaki hayallerimizi, o taşın enerjisine, çıktığı toprağa, kültüre saygı duyacak şekilde, onu bir adım daha ileri götürme arzusu etrafında şekillendiririz.

Tasarım konusunda ilham kaynaklarınız kimler ve neler?

Kesinlikle tarih ve doğa! 19.yüzyıl sonlarında kurulan Fransız mücevher evlerinin çalışma prensipleri, Antik Mısır’daki kadın hükümdarları, Orta Çağ’da icat edilen fonksiyonel mücevherleri ya da yas mücevher kültürü, Kızıl Deniz’de soyu tükenen ama yerkürenin en güzel denizkabuklarının desenleri..vb Görmeyi gören göz için heyecan verici detaylarla dolu ömürlerimiz, ama bazense en güzel ilhamlar gözünüzü kapadığınızda gördükleriniz oluyor!

House of Sól’un geleceğe dair planları neler? Yeni projeler veya iş birlikleri olacak mı?

House of Sól de post-modern bir Turquerie markası, bir Doğu güzellemesi. Güneşin altında ilk kurulan uygarlıkların sahibi, sessiz, vakur ve kadim Doğu’ya. Toprağının altı altın, elmas; üstü yüzyıllık el işçiliği ve kültür dolu olan.

HoS olarak Dünya’ya, özel tasarım mücevherlerle ilk adımımızı atsak da ilerleyen dönemlerde Kapalıçarşı’daki zanaat geleneğini dünyaya tanıttığımız gibi, başka zanaat alanlarımıza da eğilmek istiyoruz; örneğin el yapımı yorgancılık, ya da Türk iğnesi nakış işlemeleri gibi.

2024 yılında mücevher tasarımında ne gibi trendlerin öne çıkmasını bekliyorsunuz?

Artık herşeyin sentetiği geliyor/gelecek, bilhassa laboratuvar pırlantaları ve ardından gelen lab safirleri, yakutları, hatta turkuazlarına kadar genişliyor bu seçki, o yüzden artık madenler yerin altında değil, laboratuarların içinde olacak. Tabi ki sektör ikiye bölünmüş durumda, bu ikiliğine kendine gelmesi ise henüz yıllar alır, alıcılar hala bir çok konuda bilgisiz, sektörde hangi taraf bu savaşı kazanırsa - yani doğal pırlantacılar mı yoksa laboratuvar pırlantacıları mı - ona göre basında onların işine yarayacak söylemleri duyacağız. Çok büyük, çok eski ve çok geleneksel bir sektör pırlanta işi, tüm bu teknolojik gelişmelere nasıl tepki verecek orta vadede ben de heyecanla izlemedeyim.

Bunlar bir yandan üzerine düşünmesi çok keyifli, neredeyse felsefi konular, aynı vegan tavuklar gibi. Gerçek tavukla birebir aynı protein oranına sahip, aynı bir tavuk nugget görüntüsüne ve tadına sahip bu alternatifleri yiyince tavuk yemiş sayılıyor musunuz? Peki zaten tavuk yemeye gerek var mı?

Son haberler

    Reklâm