13 yıl önce İstanbul’daki konserinizde “Eğer ülkeleri kadınlar yönetse, savaş olmazdı” demiştiniz. Buraya tekrar gelirken o zamana dair aklınızda kalan duygular veya anılar neler?
O dönem kadın yönetimi fikri üzerine çok düşünüyordum. Sürekli olarak erkeklerden oluşan çevreler tarafından yönetiliyor olmamız, erkeklerin şekillendirdiği teolojiler, erkekliği merkezine alan dinler ve ekonomik sistemler; tüm bunlar bir bütün olarak insanlık üzerinde yüzyıllar boyunca ölümcül etkiler yarattı. İnsanlık olarak hâlâ hiç denemediğimiz tek şey, kadınların hep birlikte yeni bir yol inşa etmesine izin vermek olduğunu hissediyorum. Sadece ülkeler düzeyinde değil, bir tür olarak bunu hiç denemedik. Medeniyetin çöküşünü hayal etmek, kadınların kolektif olarak yönetimi ele almasını hayal etmekten daha kolay geliyor bize. Bence annelik değerleri, birbirimize ve çevremize duyduğumuz bakım üzerinden şekillenen değerler, gerçek bir şefkat ilkesi inşa edebilecek yegane değerler.... Ve bu değerler, sosyal ve çevresel düzeydeki yıkıcı ataerkil şiddete cevap verebilecek kadar derin.
İstanbul kültürel, tarihi ve duygusal anlamda çok katmanlı bir şehir. Sizce şarkılarınız böyle derin kimliklere sahip yerlerde farklı yankılar buluyor mu?
Sanatımın farklı kültürlerde ne anlama geldiğini anlamak benim için zor çünkü o kültürlerin dilini bilmiyorum. Her ülke beni uluslararası bir sanatçı olarak kendi ihtiyaçlarına göre dinliyor, anlamlandırıyor. Toplumsal ihtiyaçlarına bağlı olarak, bazen uluslararası bir sanatçıyı çağırıp kendi içlerinde dile getirmekte zorlandıkları meseleleri bu sanatçının üzerinden tartışabiliyorlar. Benim de elbette neyi iletmek istediğime dair fikirlerim var ama Türkiye’nin kültürel mirası hakkında çok şey bilmiyorum. Türk müziği çok güçlü ve özgün bir geleneksel yapıya sahip. Batı ülkelerinde bu kadar güçlü halk müziği geleneği olan yerler çok az. Örneğin, Selda Bağcan konserinde herkesin sözleri ezbere bilmesi bence olağanüstü! Bu şarkıların çoğu isyanı, doğayı, özgürlüğü anlatan tınılar taşıyan, doğayı insan bedenine bağlayan eserler. Ve ben dili bilmeden bu etkiyi hissediyorum. Avrupa’daki çoğu ülkede genç kuşaklar geleneksel müzikle bu kadar güçlü bağ kurmuyor. Türk gençlerinin bu mirasa olan bağlılığı çok etkileyici.
Performanslarınız çoğu zaman bir ritüel gibi, içten ve hatta dönüştürücü. Sahneye çıkmadan önce duygusal ve ruhsal olarak nasıl hazırlanıyorsunuz?
Sadece tanrıçaya dua ediyorum. Beni nasıl görmek istiyorsa öyle kullansın diye. Bu onun yaratıcılığı, benim değil. Bu, bir sanatçı olarak toplumla kurduğumuz geleneksel bir ilişki biçimi. Bu yüzden mesele benimle ilgili değil. Onunla ilgili. Kendini teslim ediyorsun. O da ne isterse yapıyor ve umuyorum ki bu, topluluk için faydalı oluyor.
Sessizlik, durgunluk ve kırılganlık şovlarınızın güçlü yanları. Gürültülü bir dünyada bu kadar dürüst ve hassas bir ifade alanını nasıl koruyorsunuz?
Benim bunu korumama gerek kalmıyor çünkü insanlar bunu arzulayarak geliyor. O alanı dinleyiciler yaratıyor. O sessizliği onlar getiriyor. Ben sadece onların içinden çıkan o alanı yönlendirebiliyorum. Bu bir tür tören gibi. Herkes katılıyor. Konser, bir anlamda topluluğun bir araya geldiği bir toplantıya dönüşüyor. Birbirimizi sokakta ya da metroda dinlediğimizden çok farklı şekilde dinliyoruz orada.
‘Hopelessness’ albümünüzden bu yana müziğiniz yas ve ekolojik kaygı temalarıyla daha da derinleşti. Umutla olan ilişkiniz zaman içinde nasıl değişti?
Umut benim için artık pek anlam ifade etmiyor. Ben daha çok ruh, varoluş ve dirence önem veriyorum. Umut bana heteroseksüel bir duygu gibi geliyor. İnsanlar çocuklarının huzur içinde yaşlanarak öleceğini bilmeden rahat edemiyor. Cennete gideceklerine dair bir beklenti var. Ama AIDS krizinde bize bu lüks sunulmadı. Umutla değil, direncimizle, tutkularımızla, yaratıcılığımızla hayatta kaldık. Umut, benim için zamanla anlamını yitirdi. Benim için önemli olan şey varlık, yaratıcılık ve tezahür. Kısa süre önce Büyük Set Resifi’ne gittim. Yaşam gücündeki düşüşü görmek çok sarsıcıydı. Hâlâ muazzam güzelliğe sahip alanları var. Orada bulunmak, bugünlerde dijital hayatta hissettiğimizden çok daha gerçek bir his yarattı. Bu “ayna dünyası”, kendi inkârımızla uyumlu bir yıkıcılıkla yaşadığımız bu alan, çok korkunç. Ve tüm bu bölgesel çatışmalarımızın arka planında olan gerçek hikaye, gezegenin biyolojik çöküşü… Eğer bu dönem hatırlanacaksa, bununla hatırlanacak. Eğer hatırlayan biri kalırsa… Bu meselelerle çok genç yaştan beri ilgileniyorum. 80’lerin sonlarında küresel ısınma hakkında çok daha açık konuşmalar vardı, daha sonra fosil yakıt lobileri tarafından bastırıldı. O tartışmalar, dünyaya bakışımı değiştirdi ve eserlerime yansıdı. AIDS krizinde tüm bir topluluğun birkaç yıl içinde çöktüğünü gördüm. Tıpkı mercan resifi gibi. Aynı şey.
Müziğiniz türlerin dışına taşan bir yapıya sahip. Müziği hem politik hem de duygusal bir dil olarak nasıl kullanıyorsunuz?
Şarkı söylemeyi esasen siyah Amerikalı sanatçılardan öğrendim. Önce beyaz sanatçılardan öğreniyordum ama onlar da siyah Amerikalılardan öğrenmişti. İngiliz şarkıcılar, 60’lar ve 70’ler boyunca siyah Amerikalı sanatçıları taklit ettiler. Çocukken ben de bu beyaz sanatçılara öykünüyordum, ama bunun farkında bile değildim. Siyah Amerikalıların direncinden doğan bir müzikti bu; özellikle sivil haklar hareketi sırasında Batı’ya bambaşka bir ifade biçimi sundular. Bu insanlar bize hissetme izni verdiler. Bu büyük bir armağandı.
Cinsiyet, ses ve görünürlük yolculuğunuz, kuir ve trans sanatçılar için ilham kaynağı oldu. Bu kültürel mirasta bir sorumluluk hissediyor musunuz?
Bilmiyorum. 2005’te tanındığımda zaten New York’ta bir trans topluluğunun parçasıydım. O dil bizim için 15 yıldır vardı. Kendimi hep transgender olarak tanımladım. Ama sonra bu dil evrenselleşti. Şimdi ise bu kimlik silah haline getirildi. Trump, trans nefreti üzerinden seçim kazandı. Transfobi ya da homofobinin olduğu yerlerde, kadınların da tamamen bastırıldığından emin olabilirsiniz. Trans kadınlar her zaman kadınların müttefiki olmuştur. Annelerimizin, kız kardeşlerimizin, arkadaşlarımızın yanında büyüdük. Onları sevdik, koruduk, onlardan bir şeyler öğrendik. Trans kimlik, doğanın bir yansımasıdır. Toplumun ya da ailenin arzusu değil, doğanın iradesidir. Ve ataerkil dünya maalesef çoğu zaman onları öldürmeye çalışır. Ama bazı dönemlerde, bu çocukların yaşamasına izin verilir. Ve birçok yerli toplumda bu insanlar tarihsel olarak büyük saygıyla karşılanmıştır. Bu, türümüzün yaşadığı hastalıklı bir durum. Ataerkil bir hastalık bu. Şimdi biyosfere de yayılmış durumda.
Çalışmalarınız yaşayan bir arşiv gibi düşünürsek, gelecekte parçalarınızı dinleyecek olanların neleri keşfetmesiniz?
Kimsenin gelecekte işlerimi umursayacağını sanmıyorum. Eğer biri kalırsa, temiz su bulmaya çalışıyor olacak. Benim işlerim şimdiki zamanla ilgili. Mirasla ilgilenmiyorum. Bu, sömürgeci bir düşünce. Ben bir deha değilim. Sadece hayatımın bana sunduğu şeyi yapıyorum. Renkle, ışıkla, sesle, güzellikle ilgileniyorum. İnsanlık böyle bir şeye sahip olabilir. Buna yönelmeliyiz. Anneliğe, doğaya dönmeliyiz. Yeni tür toplumlar kurmamız gerekiyor. Ama şu an kimse bunun nasıl konuşulacağını bile bilmiyor.
Henüz keşfetmediğiniz ama sizi çağırdığını hissettiğiniz bir ses, fikir ya da duygu var mı?
Aklımda hep projeler oluyor ama çok yavaş çalışıyorum. Yaratıcı sürecim kümülatif. Yani tek bir özel şey yok aslında. Sadece hayallerimi bir bir gerçekleştirmeyi umut ediyorum. Hepsi bu.
Anohni & The Johnsons, 10 Haziran’da Zorlu PSM’de.