Bu yıl İstanbul Müzik Festivali ‘Sınırların Ötesinde’ temasıyla gerçekleşiyor. Bu temayı nasıl belirlediniz ve tema programı nasıl şekillendirdi?
Geçtiğimiz yıl kendi aile öykümden yola çıkıp, Türkiye-Yunanistan mübadelesinden ilham alarak festivalin temasını ‘Kökler’ olarak belirlemiş; Anadolu’dan Balkanlara uzanan insan hikayeleri üzerinden yaşadığımız toprakların zengin kültürüne, pek çok farklı etnik kimliğin birbirine köklerinden bağlı oluşuna müzik aracılığıyla odaklanmıştık. Bu temanın ardından fiziki sınırlarımızın biraz dışına çıkıp, yakın coğrafyalardaki komşu ülkelerle kültürel bağımızı düşünmeye ve hayal etmeye başladığım dönemde farklı disiplinlerin bir araya geldiği enteresan proje teklifleri de gelmişti. Açıkçası son yıllarda yenilikçi ve farklı konser formatları, multidisipliner işler hep daha fazla ilgimi çekiyor ve beni heyecanlandırıyor. “Sınırların dışına çıkma” fikrinin bir kelime oyunuyla aslında farklı anlamlar da içerdiğini düşündüm. Çünkü standart klasik müzik dinleme ve sunma formlarının değişen dünya alışkanlıkları etrafında değişmesi, evrilmesi ve izleyicilerin yaratıcı ve sıra dışı klasik müzik konser formatlarına daha fazla ilgi duyuyor olması da son derece doğal ve gündemde. Böyle bir tema başlığıyla örtüşecek projelere odaklanarak daha evvel festivalde ağırladığımız ve oldukça enteresan fikirler geliştiren İsviçreli oda orkestrası Geneva Camerata’nın Shostakovich’in 5. Senfonisi ile hip-hop dansını buluşturan Revolta projesini programa almaya karar verdik. Hemen sonrasında Monteverdi ve çağdaşı bestecilerin eserlerinin seslendirilirken bir oyuncu topluluğunun Caravaggio tablolarını canlandırdığı; barok müzik-resim ve tiyatronun bir araya geldiği Monteverdi & Caravaggio projesi de önüme düşünce, standart dışı işlerin yer alacağı, farklı disiplinlerin bir araya geleceği ve alışılagelmiş klasik müzik dinleme ve sunma sınırlarının dışına çıkacak bir program oluşturma fikri iyice belirmiş oldu.
Sonrasında bir süredir yeni proje geliştirmek hayali kurduğum kıymetli müzisyen dostlarım Çağlar Fidan, Ezgi Köker ve Coşkun Karademir ile bir araya gelerek fikir teatisinde bulunduk. Böylece bu yaz Kınalıada Hristos Rum Manastırı’nda gerçekleştireceğimiz ‘Ada’ ile Sakıp Sabancı Fıstıklı Teras’ta izleyicilerle buluşacak ‘Tellerin Aşkı” projeleri doğdu.
2018’den bu yana TSKB desteğiyle sürdürdüğümüz Yarının Kadın Yıldızları projesinin bu yıl festivaldeki konserinde seslendirilmek üzere Ceren Türkmenoğlu’na bir eser siparişi verdik. Yine benzer bir yaklaşımla, farklı disiplinleri bir araya getirmek üzere eserin dünya prömiyeri esnasında sanatçı Hilal Can’ın doğaçlama gerçekleştireceği bir görselleme işini de programa dahil ettik. Programda ayrıca farklı perspektiflerden temaya gönderme yapan repertuvarlar ve farklı yaş grupları için tasarladığımız dans atölyeleri de yer alıyor.
Festivalin programını hazırlama süreci sizin açınızdan nasıl işliyor? Yıl boyunca nasıl bir iş rutininiz oluyor?
Birkaç yıl önceden oluşturulmaya başlanan festival programları hepsi birbirinin içine geçmiş bir sarmal halinde aynı anda ilerliyor aslında. Örneğin bu yılki festivale sayılı günler kala, yaklaşan festivalin gündelik işlerini takip ederken bir sonraki senenin programını finalize edip bütçesini oluşturmaya, 2027’nin temel projelerinin yazışmalarını yapıp, 2028 ve 2029’un eser siparişlerini netleştirmeye çalışıyorum. En yakın festivalin işleri en yoğun olacak şekilde, sonraki yılların erkenden belirlenmesi gereken konuları da arka planda durmaksızın devam ediyor. Bu edisyon biter bitmez 2026 programının da bitmiş olması gerekiyor ki yaz sonu bütçe çalışmaları netleşsin, sonbaharda sponsorluk görüşmeleri yapılabilsin, bir sonraki yaza kullanacağımız mekanlar belirlensin, yazışmaları erkenden yapılıp rezerve edilsin, seyahat ve konaklama planları belirlenip blokajlar yapılsın… Yıl sonunda netleşen tüm ‘yapılacakların’ ardından bir sonraki senenin başında ilan edilecek festival programının duyurusu ve yine festivale geri sayım ve 2027 için yine aynı rutin!

Sizce bu yılın kaçırılmaması gereken üç performansı hangileri?
Fransız piyanist, yazar ve etholog Hélène Grimaud güçlü kimliği ve virtüözitesiyle büyük hayranlık duyduğum bir sanatçı. Uzun zaman sonra Camerata Salzburg gibi iyi bir orkestrayla onu tekrar dinleyecek olmak beni epey heyecanlandırıyor. Festivalin temasına gönderme yapan tüm özel projeler elbette kaçırılmaması gereken konserler. Hem klasik hem barok hem de geleneksel müzik severlerin kendi zevklerine göre bir tanesini seçmesini şiddetle tavsiye ederim. İstanbul’da ilk kez konser verecek ünlü Alman senfonik topluluk NDR Elbphilharmonie Orchester’in konserleri de kaçırılmaması gerekenler arasında. İki yıldız solist, keman sanatçısı Frank Peter Zimmermann ve piyanist Rafał Blechacz’ın kusursuz performansları hafızalardan ve kulaklardan silinmeyecek düzeyde olacak.
Geçtiğimiz yıl festival mekanlarından biri Beyoğlu’ndaki St. Antuan Kilisesi’ydi ve burada muhteşem bir konsere tanıklık etmiştik. Bu yıl St. Antuan’ın festival mekanlarından biri olmamasının sebebi nedir? Festival mekanlarını hangi kriterleri göz önünde bulundurarak belirliyorsunuz?
Festivalde yer alan her bir konserin mekanı, o konserin genel programına, seslendirilecek repertuvara, projede yer alan sanatçı sayısına /topluluk boyutuna, sazların akustik olarak duyulup duyulmayacağı ya da amplifikasyona ihtiyaç olup olmadığına göre belirleniyor. Bu nedenle büyük sahneye ihtiyaç duyan senfonik işlerin dışında kalan tüm festival projeleri her yıl bambaşka mekanlar, yeni ve heyecan yaratacak değişik alanlarda olabiliyor.
Festivalin merak uyandıran etkinliklerinden biri Disko Klasik. Siz de bu etkinlikte DJ’lik yapacaksınız. Son yıllarda klasik müzik ögelerini elektronik müzikle buluşturan pek çok projeyle karşılaşır olduk; siz birbirine uzak gibi görünen bu iki müzik türü arasındaki ilişkiyi siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Klasik müzik dinleyicisinin bu gibi projelere ilgisi nasıl?

Klasik müzik ve elektronik müzik, yüzeyde birbirine zıt gibi görünse de — biri tarihsel olarak akustik, yapı bakımından disiplinli ve notaya bağlı; diğeri ise teknolojik, özgür biçimli ve üretimsel olarak deneysel — aslında temel düzeyde ortak bir dertleri var: Sesle anlam yaratmak. Bu nedenle son yıllarda bu iki türün buluştuğu projelerin artması hem müzikal bir evrim hem de dinleyici alışkanlıklarının dönüşümü bağlamında oldukça anlamlı. Klasik müzik, armonik derinliği ve melodik zenginliğiyle elektronik müziğe atmosferik bir temel sunarken; elektronik müzik, klasik formlara dinamiklik, ritmik çeşitlilik ve çağdaşlık katıyor. Örneğin Max Richter’in ‘Recomposed: Vivaldi – The Four Seasons’ ya da Nils Frahm gibi bestecilerin işleri, klasik altyapıyı elektronik dokunuşlarla güncelleyen öncül işler olarak değerlendirilebilir. Festival izleyicileri hatırlayacaktır; pandeminin patladığı 2020 yılında gerçekleştirdiğimiz çevrim içi konserler arasında Murat Cem Orhan yönetimindeki Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası’nın sevgili Pelin Halkacı Akın’a eşlik ettiği kayıtta Max Richter’in ‘Recomposed : Vivaldi – Dört Mevsim’i şahane bir yorumla seslendirilmişti.
Diğer taraftan dijital prodüksiyon araçlarının gelişmesiyle klasik müzik üreticileri de elektronik olanakları keşfetmeye başladı. Synthesizer, loop, granular synthesis gibi yöntemler artık sadece elektronikçilerin değil, klasik bestecilerin de araç setine dahil. Bu, türler arasındaki sınırların daha geçirgen hale gelmesine yol açtı. Klasik müzik dinleyicisi genellikle müzikal disipline, yapı bütünlüğüne ve teknik yeterliliğe önem verir. Bu yüzden bu dinleyiciler, yüzeysel bir elektronik dokunuşla yapılan projelere mesafeli durabilir. Ancak kaliteyle hazırlanmış, klasik derinliği bozmadan elektronik bir soluk getiren işlere karşı ilgi oldukça yüksek. Özellikle genç klasik müzik dinleyicileri veya konservatuvar geçmişi olan ama aynı zamanda elektronik müzikle de ilgilenen kişiler bu tür projelere oldukça açık.
En nihayetinde bu iki tür arasındaki ilişki, modern müzik üretiminin çok katmanlı doğasını yansıtan bir örnek. İyi yapıldığında hem klasik müzik dinleyicisini tatmin edebiliyor hem de elektronik müzik dinleyicisine melodik ve yapısal bir derinlik sunuyor. Bu buluşmaların önümüzdeki yıllarda daha da artması, özellikle film müzikleri, çağdaş dans projeleri ve konser deneyimlerinde yeni biçimlerin ortaya çıkması muhtemel.
Festivale dair bugüne dek hiç gerçekleşmemiş ama size hâlâ “keşke” dedirten bir şey var mı? Festivale dahil etmeyi hayal ettiğiniz bir sanatçı, mekan, orkestra gibi…
Finansal olarak ulaşmamızın zor olduğu birçok farklı proje için keşke diyorum zaman zaman. Ancak aslında konser gerçekleştirmek üzere hayallerimi süsleyen iki yer var evet; bir tanesi İKSV binamızın karşısında yer alan Tersane-i Amire. Orada gemilerin tamir edilmek üzere çekildiği dev bir havuz var. O havuzun içine bir sahne kurup gerçekleştirmek istediğim multidisipliner bir proje hayalim var. Bir de Haydarpaşa Limanı’nda bütün o konteynerlerin arasına dev bir sahne kurup suyun kenarında bir konser yapabilme hayalim var.
Bu yılki programda gizli bir hazine olduğunu düşündüğünüz, fazla dikkat çekmeyen ama unutulmazlar arasına gireceğine emin olduğunuz bir performans var mı?
Bu yıl festival mekanı olarak da ilk kez kullanacağımız, Tarabya’nın o huzurlu güzelliği içindeki The Grand Tarabya Oteli’nin terasında gerçekleştireceğimiz Cuarteto SolTango ve Leonel Capitano konserinin çok romantik ve büyülü olacağını düşünüyorum. Toplulukta yer alan müzisyenler prestijli Avrupa orkestralarında önemli pozisyonlarda çalan, solistlik kariyerleri olan ama aynı zamanda Arjantin tangolarına da gönül vermiş gerçekten çok iyi isimler. Çok üst seviyede müzik yapan böylesi bir dörtlüyle sahnede bize enfes tangolar söyleyecek solistimiz Leonel’in kadife sesini canlı dinlemek için gerçekten sabırsızlanıyorum. Bu konserin hem mekanın büyüsüyle hem de dinleyeceğimiz derin müziğin yaratacağı duygularla İstanbullu müzikseverlere unutulmayacak tatlılıkta bir yaz akşamı yaşatacağını düşünüyorum.

Festival sırasında kuliste ya da salonda yaşanmış ama hiç anlatılmamış bir sahne arkası hikayeyi paylaşır mısınız?
2012 yılında, festivalin 40. yılını kutladığımız sene sevgili Fazıl Say’a bir eser siparişi vermiştik. Fazıl’ın 2. Senfonisi olan ve ‘Mezopotamya’ adını verdiği eserin dünya prömiyerini Gürer Aykal yönetimindeki Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası Haliç Kongre Merkezi’nde yapacaktı. Ana teması, Urfa bölgesinden bir Kürt halk türküsü olan ve 130 kişilik dev bir orkestra için kurgulanan senfoninin solisti ise 1920’lerde Rus mucit Leon Theremin tarafından icat edilmiş, çalınırken fiziksel temas gerektirmeyen, çalan kişinin sadece ellerini havada hareket ettirerek sesi kontrol ettiği Theremin isimli oldukça sıra dışı elektronik bir müzik aleti. Konserin gerçekleşeceği gün orkestra konser mekanında geç saatte bir genel prova yaptı. İzleyicilerin gelmesine yakın fuayede bir anda duman fark ettik! Yangın çıktığını zannederek panik halinde içerde koşturmaya başladık. Bir ateş yoktu ortada ancak yoğun bir duman ve yanık kokusu her yeri bir anda sardı. Salon ve fuayedeki tüm ekipler dışarı çıkarıldı, endişeyle beklemeye başladık. O akşam festivalin en önemli konserlerinden biri olacak, bir dünya prömiyeri gerçekleştirilecek ve yaklaşık bir saat içerisinde 2.000 izleyici gelecek, düşünün. Endişeyle geçen bir yarım saatin ardından dumanın kaynağı bulundu. Meğer elektrikle çalışan Theremin bir kısa devreye sebep olmuş ve bazı kablolar yanmış. Hızla alanı temizleyip izleyici girişini değiştirmiş, en nihayetinde geceyi kusursuz bir şekilde tamamlamıştık.
53. İstanbul Müzik Festivali’nin ayrıntılı programı muzik.iksv.org adresinde, biletler passo.com.tr’de.