Tam 35 yıldır zevkle insanların karnını doyuran bir isim, Ece Aksoy. Bu serüvene Egemen Bostancı’nın ricasıyla Şan Tiyatrosu’nun fuaye barında başlamış. 9 Ece Aksoy isimli mekânında ise insanları lezzetli yemeklerle mutlu etmeye devam ediyor. Aksoy’la mekânında buluştuk, yemeğe dair nefis bir sohbete oturduk.
Öncelikle ilk kitabınız hayırlı olsun. Artık bir yazar kimliğiniz de var. Nasıl bir his?Çok tuhaf bir duygu. Ben şimdi kitabı okuyorum biliyor musunuz? Başkasının kitabı gibi. Okuyorum ve tuhaf bir şekilde zevk alıyorum. Acaba zevk almamam mı lazım, tükenir miyim ben bunlardan zevk alırsam? Beğenmemem mi lazım? Beğeniyorum ama ne yapayım. İki-üç kere kitaptan okuduğum hikâye oldu. İnandığınız, hoşunuza giden bir şeyin başkaları tarafından da alınması, okunması zevk veriyor doğal olarak. Onlara da zevk verdiğini düşünüyorsunuz.
Böyle hikâyelerin insanları iyileştirdiğini düşünüyorum. Hele ki böyle bir zamanda...
Çok güzel bir duygu. İnşallah iyi gelir.
Peki, ne zamandır yazıyorsunuz?
Çok uzun zamandır yazıyorum. Şiirle başladım. 16-17 yaşında yazıyordum. Bir de kitap çıkardım, kendi paramla bastırdım. O da satılmadı. Hatta Refik Durbaş kitabımı işportada satmaya kalktı. Kısa hikâye çok seviyorum. Çünkü o kısa hikâyeler aslında çok şey anlatıyor. Hikâye yazmaya başladım, yayınlamak hiç aklıma gelmedi. Şu an bir kitaplık daha hikâye var.
Doğan Kitap, 208 sayfa, 19 TL
Bu öyküleri nasıl seçtiniz?
Yıldırım Türker seçti. Öykülerimin hepsi Yıldırım Türker’de. O yüzden ‘kitabımız’ diyorum. Ben hikâyelerimi hep Yıldırım’a veriyordum, çok beğeniyordu. Her şeyi organize etmiş, aramış Cem’le (Erciyes) görüşmüş. Kitap olmasına karar verdikten sonra hiç ilgilenmedim. Ne kapağını sordum, ne de ne zaman basılacağını. Basılmadan Doğan Kitap’a gittim, sözleşmeyi imzaladım. Yazdım bitti benim için.
Bu hikâyeleri nerelerden ilham alarak yazdınız? 35 yıllık mekân işletmeciliği deneyiminizden ve o sırada tanıştığınız insanların hikâyelerinden izler var mı bu kitapta?
Karmakarışık. Sadece bu 35 sene değil, bunca zamandır biriktirdim. Meraklı olduğum, gözlemlediğim için bir sürü şey öğrenmişim ve biriktirmişim. Onları kullanıyorum şimdi. Zannetme ki artık biriktirmiyorum, hâlâ öğreniyorum ve biriktiriyorum. Bak geçen hafta Ganos’a gittim, bir dikeni ilk defa gördüm. Gittim oradan onu topladım. Yandaki kekiği topladım. Yabani sarımsakları gördüm kırlarda, onları topladım. İlktir benim hayatımda bu, 15 gün önce bunları bilmiyordum ben. Meraklı olduğum için birikiyor; öğreniyorsun, görüyorsun, tutuyorsun. Sonra herhangi bir hikâyede biri oradan, biri oradan çıkıyor.
“Ece Aksoy'un, 9 Ece Aksoy isimli mekânı”
Kitapta bolca yemek var ama yemek tarifi gibi değil, sohbet edercesine oldukça yalın yazmışsınız.
24 saatin içinde yemek olmaması mümkün mü? Bir hikâyenin de içinde yemek olmaması mümkün değil. Onu es geçiyor insanlar, yazarlar. Sadece o durumu anlatıyorlar ama ben aynı zamanda yemek yapmayı çok sevdiğim ve 35 senedir de yemek yaptığım için hikâyelere onları koydum.
Zaten yiyecekleri çok iyi tanıdığınız için onların dilini de çok iyi yazıyorsunuz.
Tabii, emin olmadığım şeyleri de araştırıyorum. Nerede, nasıl yetişiyor diye bakıyorum.
Sizin için iyi yemek yapmanın sırrı ne?
Birincisi malzeme, ikincisi aşk. Yedirme, beğendirme isteği; bir de artistlik, alkışlanmak var, onu da es geçmeyelim.
Amacınız insanlara iyi vakit geçirtmek ve iyi yemek sunmak mı?
Birinci amacım, insanların karnını doyurmak. Kompleks midir, nedir bilmiyorum; gördüğüm her insana “Aç mısın?” diye soruyorum. Karnı açsa aç, toksa tok. Mesela içki içenlere 35 senedir sorarım; adam içkisini içmek istiyor ya, bırak içsin. Hayır, faydalı bir şey varsa mesela, “İki lokma ye, sonra iç,” diyorum.
Aileden gelen bir yemek yapma ve sunma düşkünlüğü var mı?
Evet. Dar gelirli bir ailem ama yaratıcı bir annem vardı. Mesela bir çuval unla, bir işkembeyle 15-20 çeşit yemek yapardı. Beş kardeştik biz, demek ki et almaya parası yok; işkembede de protein var. İşkembeyi de her gün çocuğa işkembe olarak vermek istemiyor, bıkar. Onu çeşitlendiriyor. O yüzden annemden geçme bir yemek durumu var tabii. Bizim evimiz, annem de anneannem de yemeğe çok meraklı olduğu için devamlı doluydu. Akrabalar, komşular hep bizim evde yemek yerdi. Çok büyük sofralar olurdu. Böyle bir aileden geliyorum, etkilemiş beni demek ki.
Şan Tiyatrosu’nun fuaye barında başlayan serüven; Etiler, Arnavutköy ve Kuruçeşme’nin ardından Asmalımescit’e geldi. 10 yıldır da buradasınız. Sizin başladığınız zamanlarla şimdi arasında epey fark var her anlamda. Hem yeme-içme hem eğlence anlayışı bakımından...
Çok fark var. Bir kere insanların hayatında ‘yemek’ diye bir şey yok. Özellikle gençlerin hayatında. Ben, eskiden kalma, yaşayan müdavimlerim için yemek yapıyorum. Bir de tabii Gezi olaylarına kadar yabancılar için yapıyordum. Çünkü yabancılar da beni çok tanıyor. İtalyanlar, Fransızlar, Avustralyalılar hep ellerinde adresle gelirler.
İyi yemek başka bir şey sonuçta...
Onlar çok az. Gidin bir lokantaya bakın, herkes yiyor. Seçimsiz yiyor. Ben önüme gelen her şeyi yiyemem, seçerim. İyinin ne olduğunu bilmiyorlar. Yemek mi yemek, barbunya pilaki mi barbunya pilaki. Ama o barbunya pilakinin lezzetini yakalamak öyle önemli ki. Ben malzeme için dağ taş geziyor, bütün Türkiye’yi dolaşıyorum.