Serginin ismi ‘Bir Kere Oldum, Bin Kere Doğdum’. Bu cümle, kişisel bir yeniden doğuşu çağrıştırıyor. Bu başlık sizin için ne ifade ediyor?
‘Bir Kere Oldum, Bin Kere Doğdum’ aslında serginin kalbinde atan düşünce. İnsanın bir kez doğup hayat boyu aynı kalmadığını, her kırılmada, her fark edişte, her cesaretle yeniden doğduğunu hatırlatıyor. Bazen bir kayıp, bazen bir kabuk değişimi, bazen de bir teslimiyet anı, bazen de doğumun ta kendisi bu yeniden doğuşun başlangıcı oluyor. Benim için bu cümle hem kendi hayatımın dönüşümlerine hem de insan olmanın döngüselliğine dair bir ayna gibi. Sergideki her parça o bin doğuştan birinin izi: Bir parçamı bıraktığım, bir başka parçamla yeniden buluştuğum anlar gibi. Doğmak, benim için bir başlangıç değil, kendini hatırlamanın, kendinden yeniden var olmanın hali.

Sergiye giden süreçte sizi en çok dönüştüren, belki de yeniden doğduğunuzu hissettiren an neydi?
Kendimi bildiğim yaştan beri, neden bu dünyada var olduğumuzu anlamlandırmaya çalıştım. Yaşamın sadece var olmak değil, bir anlam yaratmak ve bir yerlere dokunmak olduğunu hep hissettim. Üç yıl kadar önce metamorfoz üzerine yaptığım okumalar, uzun süredir sezgisel olarak hissettiğim dönüşüm fikrini zihinsel bir çerçeveye oturttu. Zaten hep değişimin içinde olduğumu biliyordum ama o dönemde, bu dönüşümün kaçınılmaz olduğu kadar iyileştirici bir doğası da olduğunu derinden idrak ettim. Taşların yerine oturduğu bu farkındalık, hem kendi içsel sürecimi bütünleştirdi hem de ‘Bir Kere Oldum, Bin Kere Doğdum’ sergisinin yönünü belirledi. Doğanın sürekli yenilenen döngüsünden ilham alarak, bizlerin de her defasında yeniden doğma, başka bir ‘ben’e evrilme ihtimaline inanıyorum. Bu sergi, o bitmeyen dönüşümün görünür hali aslında.
Papier-mâché (kağıt hamuru) tekniğini kullanarak kırık parçaları yeniden bir araya getiriyorsunuz. Bu materyalle kurduğunuz ilişki nasıl başladı ve gelişti?
Kağıt hamuru, benim için sadece bir malzeme değil, bir hafıza taşıyıcısı. Hayatın içinden, zamanla işlevini yitirmiş ya da gözden düşmüş eşyaları bu malzemeyle yeniden şekillendiriyorum. Dağılmış fragmanların içinde yeni bir bütünlük ararken, onları onarmak yerine dönüştürmeyi seçiyorum. Kağıt da tıpkı bu nesneler gibi kırılgan bir yapıya sahip, ama bir araya geldikçe, kurudukça ve sabırla biçimlendikçe dayanıklılığa dönüşüyor ve gücü görünür, hissedilir oluyor. O dönüşüm bana insanın kendi sürecini hatırlatıyor; nasıl ki biz de yaşadıklarımızın içinden yeniden doğuyoruz, kağıt da lif lif çözülüp, eklenip, katman katman başka bir varoluşa bürünüyor. Her tabaka, biraz ben, biraz dünya… Yavaşça kuruyor, nefes alıyor, şekilleniyor. Bu sabır, bana doğanın ritmini hatırlatıyor: Hiçbir şey kaybolmuyor, sadece form değiştiriyor.
Baruthane’nin taş duvarları, serginin temalarıyla çok uyumlu bir atmosfer yaratıyor. Bu mekanın enerjisi üretiminizi veya sergi kurgusunu nasıl etkiledi?
İBB Miras ve İBB Kültür’ün bizlere kazandırdığı Baruthane, sadece mimari olarak değil, taşıdığı tarihsel katmanlarla da çok özel bir mekan. 18. yüzyılda Osmanlı’nın barut üretim merkezi olarak inşa edilmiş, yıllar içinde birçok yangın geçirmiş ve her defasında küllerinden yeniden doğmuş bir yapı. Savaş ham maddesi üretmiş bu mekanın bugün sevgi, kabul ve dönüşüm üzerine kurulu bir sergiye ev sahipliği yapması benim için çok anlamlı. Çünkü ‘Bir Kere Oldum, Bin Kere Doğdum’ tam da bu döngüyü anlatıyor: Yıkımın içinden doğan yeni bir varoluşu. Baruthane’nin taş duvarları arasında dolaşırken, mekanın kendi nefesiyle serginin kalp atışı ve su sesi yerleştirmesi birleşiyor; ziyaretçiyi adeta bir doğumun, bir yaşamın içindeymiş gibi hissettiren bir oluş haline davet ediyor. Mekan, fikir, malzeme ve ses bir araya gelerek bütünlüklü bir dönüşüm deneyimine dönüşüyor, her biri diğerinin hikayesini tamamlıyor.
Figürlerin yanı sıra izleyiciyi sürece dahil eden tuzluklar, dilek ağacı ve el yazısı cümleler de var. İzleyicinin aktif bir katılımcı olması sizin için neden önemliydi?
Serginin küratörlüğünü Ceylan Önalp üstlendi ve süreç boyunca en çok önemsediğimiz şeylerden biri, bu dönüşüm hikayesinin sadece bize değil, izleyiciye de geçmesi, onlarda da bir duyguya ya da niyete dönüşmesiydi. Bu yüzden izleyiciyi sadece bakan değil, sürece dahil olan bir özne haline getirmek istedik. Figürlerin yanında yer alan tuzluklar, dilek ağacı ve duvarlara yazılmış el yazısı cümleler bu etkileşimin parçaları. O cümleler aslında benim kendimle yaptığım iç konuşmaların bir çıktısı; hepsini kendim yazdım. Ziyaretçinin zihninde, hafızasında ya da kalbinde nereye dokunuyorsa, orada bir farkındalık, niyet ya da geleceğe dair bir gönderme bırakmasını istedim. Oyunlu, çocuklukla bağlantılı bu ögeler aracılığıyla herkesin kendi hikayesine bir satır ekleyebileceği, kendi dönüşümüne tanıklık edebileceği bir alan yaratmayı hedefledik. Çünkü bu sergi, bir sonucun değil, devam eden bir dönüşümün daveti aslında.

Ziyaretçilerin bu sergiden nasıl bir duyguyla ayrılmasını hayal ediyorsunuz?
İnsanların içinde yaşama dair taze bir heves, bir ‘hatırlama’ hissi kalsın istiyorum. Belki uzun zamandır unuttukları bir yanlarını, belki de değişmeye cesaret edemedikleri bir duyguyu fark etsinler. ‘Bir Kere Oldum, Bin Kere Doğdum’ sadece benim dönüşüm algımın değil, hepimizin, toplumların kendi içinde yeniden doğabileceğini hatırlatan bir alan. Eğer ziyaretçi mekandan çıkarken kalbinin ritmini biraz daha hissediyor, suyun akışına biraz daha güveniyorsa, teslimiyetin gücü kalbinde bir yere dokunabildiyse o zaman sergi amacına ulaşmış demektir. Bu serginin bir son değil, herkesin kendi iç hikayesine yönelik yumuşak bir başlangıç olmasını diliyorum. Kendi mabedinde, sanki kendiyle yeniden buluşmanın huzurunu taşıyarak ayrılabildilerse sergiden ne mutlu bana.
Jung’un arketip kuramından ilham aldığınızı söylüyorsunuz. Bu kavramlar işlerinizde nasıl bir karşılık buluyor?
Carl Jung’un arketip kuramı benim için insanın iç dünyasını anlamada çok güçlü bir rehber oldu. Arketipler, kolektif bilinç dışında hepimizin taşıdığı evrensel imgeler, semboller; anne, çocuk, gölge, kahraman gibi… Bu kavramlar, işlerimde sık sık dönüştüğüm ve yeniden doğduğum o içsel karakterleri anlamamı sağladı. Her bir figür, aslında insanın kendi içindeki farklı yüzleriyle karşılaşma hali. Kimi zaman gölgesiyle barışıyor, kimi zaman içindeki çocuğu hatırlıyor. Biz çoğu zaman gölge yanlarımızı olumsuz ya da bastırılması gereken taraflarımız gibi algılıyoruz, oysa tam tersine onlarla yüzleşmek, içimizdeki ışığın daha da parlamasını sağlıyor. Bu sergide de izleyicinin, kendi içsel arketipleriyle temasa geçebileceği alanlar yaratmak istedim. Çünkü dönüşüm dediğimiz şey, bu karakterlerin içimizde birbiriyle dans etmeyi öğrenmesi. Ve o dansın sonunda insan, kendi bütünlüğüne biraz daha yaklaşabiliyor.
Kayıp, dönüşüm, yeniden doğuş gibi temalar çok evrensel. Sizce bugünün dünyasında bu döngü neden bu kadar yankı buluyor?
Evet, kayıp, dönüşüm ve yeniden doğuş insanlığın en eski hikayesi. Fakat bugün bu döngü yeniden güçlü bir biçimde yankılanıyor çünkü hem bireyler hem toplumlar olarak büyük bir kırılma çağının içindeyiz. Dünya hızla değişiyor, bildiğimiz sistemler, ilişkiler, değerler ve kimlikler çözülüyor. Bu kadar belirsizlik içinde hem insanlar hem toplumlar yeniden köklenmenin, yeniden anlam kurmanın yollarını arıyor. O arayış bizi doğanın bilgeliğine, döngüselliğe ve kendimizle yeniden temas kurma ihtiyacına getiriyor. Ben inanıyorum ki her yıkım, içinde bir doğum tohumu taşır. Dönüşüm, kaybın ardından gelen bir yenilenme değil sadece; yaşamın kendi ritmi, nefes alıp vermesi gibi bir hal. Ve belki de ‘Bir Kere Oldum, Bin Kere Doğdum’ bu yüzden var hem bireyin hem toplumun, küllerinden doğma gücünü hatırlatmak için: hiçbir son, gerçekten bir son değil; sadece başka bir başlangıcın eşiği.
‘Bir Kere Oldum Bin Kere Doğdum’, 25 Ocak tarihine dek Baruthane’de.
Baruthane: Ataköy 2-5-6. Kısım, Bakırköy