Wrinkles of the City İstanbul

Wrinkles of the City İstanbul - JR röportajı

Ünü sanat dünyasını aşan, popüler kültürün ikonlarından birine dönüşmesi an meselesi olan Fransız sanatçı JR’ı ‘The Wrinkles of the City’ projesi için İstanbul’da iş üstündeyken yakaladık.

Yazan:
Onur Aymete
Reklâm

Bu projeyi İstanbul’a taşımak için seni cezbeden neydi?
‘The Wrinkles of the City’yi mimarisinde değişim yaşayan; yaşlı sakinleri vasıtasıyla ülkenin, bambaşka bir dönemin veya bir devrimin tarihine ulaşabildiğim şehirlerde uyguluyorum, her şehirde nefes alabilecek bir proje değil yani.

İspanya’da Cartagena’da başladım; Franco’ya direnmiş, yoğun göç görmüş, birçok anıt ve tarihi yıkıntıları olan bir şehir. Sonrasında farklılıkları mimarisiyle sınırlı kalmayan Shanghai’da devam ettim. Dev inşaatlar arasında evlerini muhafaza etmeye çalışan insanlarla tanıştık. Japonlara karşı savaşmış, bambaşka bir Çin’e tanık olmuş ve aniden kendilerini fütüristik bir şehrin ortasında bulmuş insanlar bunlar. Sonraki durağımız Havana’da zaman durmuş gibi gözüküyordu. Los Angeles’ta şehirde gezinirken pek kırışıklıkla karşılaşmıyorsunuz, botokslu insanlar kol geziyor. Berlin’de ise şehrin Doğu ve Batı olarak iki ayrı dünyaya ayrıldığı dönemlere tanık olan son insanlar yaşlılar. Projeyi sonlandırmak için tercihimiz de İstanbul’dan başkası olamazdı. Asya ve Avrupa arasında yer almasıyla, farklı dinlerin göbeğinde olmasıyla, değişken mimarisiyle ilginç sınırlarda gezinen bir şehir.

Portreleri yapıştırdığın Balat, Tarlabaşı gibi semtleri neden seçtin?
Daha önceki ziyaretlerimizde mahalle mahalle gezerek iyi iş çıkarabileceğimiz yerleri keşfettik. Mesela Balat’ta garip açılarla dikilmiş duvarların dikkatimi çektiğini hatırlıyorum. Görmüş geçirmiş binaların hâlâ ayakta duruyor olması hoşuma gitti, modern mimari şehrin her köşesini henüz kontrolü altına almamış. Shanghai ve Los Angeles’ın şehir merkezlerinde durum böyle değil, bir şehirden alıp diğerine rahatlıkla koyabileceğiniz tek tip uzun cam binalarla dolu buralar. Balat ve Tarlabaşı gibi semtlerin dokusu ise hâlâ şehre özgü. An itibariyle İstanbul’da projeye en uygun semtin, birbirine yakın pek çok poster yapıştırdığımız Balat olduğunu söyleyebilirim. Projenin özüyle alakalı bir uygunluk bu; amaç şehirde güzel manzaralar yaratmak değil, binalar hakkında eleştiriler yapmak da değil. Amaç tarihin geçişine tanık olmuş duvarlar bulabilmek.

Duvarları nasıl seçiyorsun?
Mesele portreleri duvarla eşleştirebilmek. Bazı portreler için uygun bir duvar bulamadığımız oluyor. Birkaç sene sonra gelip duvarını bulup astığımız posterler olmuştur.

Resmini yapıştırdığın insanların, duvarın yer aldığı ev veya semtle bir bağları var mı?
Her zaman yok. Havana’nın ufak mahallelerinde yaptığımız projede bile evlerin üstüne içerisinde yaşayan insanların portrelerini yapıştırmadık. Bireysel bir resimden çok bir topluluğu anlatan resimler olmasını tercih ediyorum. Ama zaman zaman kasten bağlar kurduğum da oluyor, örneğin Haliç’teki bir tersanenin cephesini bir balıkçı ve eşinin resimleri ile kapladık.

Portrelerin çekimi sırasında yaşlıları nasıl poz vereceklerine dair yönlendiriyor musun?
Evet, yaşlılar fotoğraf makinesi karşısında kendilerini pek rahat hissetmiyorlar ve binalara uymaları için de onları yönlendirmem gerekiyor. Bu yüzden gözlerini kapamalarını, sağa-sola veya yukarı bakmalarını ya da gözlerini elleriyle örtmelerini söylüyorum. Bazen neden böyle yapmaları gerektiğini çözemiyorlar ama sonucu gördüklerinde anlıyorlar. Peki bu yaşlı yıldızlarını nasıl buluyorsun? Genellikle bağlantılarımız sayesinde oluyor. Bu ilişkileri tükettiğimizde başvurduğum yöntemler ise ülkeden ülkeye değişiyor. Çin’de parklara gidip yaşlı insanlarla sohbet ederek başladım çünkü yaşlıların çoğu aileleriyle yaşıyor ve sabahları parklarda vakit geçiriyor. Cartagena’da huzur evlerine gittik. Los Angeles’ta ise kasting ajanslarını kullanmam gerekti çünkü sokakta insanlara yanaşmanız mümkün değil, bir şeyler satmaya çalıştığını düşünüyorlar.

İstanbul’daki modellerini nasıl seçtin?
Bağlantı noktamız Camille idi [Camille Antunes Şentürk, ‘The Wrinkles of the City’nin İstanbul elçisi diyebileceğimiz Fransız gazeteci]. Kökenleri ve meslekleri açısından da farklı insanları toplamayı tercih ediyorum. Bir müzisyen olarak Okay Temiz’in, bir sanatçı olarak Muzaffer Akyol’un portrelerini kullanmam da bu yüzden; ünlü oldukları için değil. Ayrıca bazı kurallarım var, mesela 70 yaşından büyük olmaları gerek çünkü bu yaşa kadar anlatacak birçok hikâye biriktiğini düşünüyorum.

Nasıl hikâyeler anlatıyorlar?
Karmaşık dönemlerden geçmiş olsalar da, hayatları ne kadar zorlu veya rahat olsa da bugünlere kadar gelebilmiş insanların basit hikâyelerini. Çoğunun aklında “Ardımda ne bırakacağım?” sorusu ve nasıl anımsanacaklarına dair bir merak var. Her röportajda ortaya çıkan bir ortak nokta bu. Elden kaçan hikâyeler de oluyor. Los Angeles’ta portresini çektiğimiz yaşlılardan birinin 70’li yıllarda eşcinsel hakları için ve Vietnam Savaşı’na karşı protestolara katılan bir rahip olduğunun farkında değildim. Bir huzurevinde yaşıyordu ve kimse artık onu hatırlamıyordu. Tesadüf eseri kızının posteriyle karşılaşması sayesinde hikâyesinden haberdar olduk. Röportajda pek konuşmamıştı ve kim olduğunu bilmeden fotoğrafını çekmiştim. Kızı babasının resmini görünce çok etkilenmişti, binadan sorumlu olan birini bulup ağlayarak babasının unutulmuş bir kahraman olduğunu söylemiş. Bu portreyi kullanmamayı da düşünmüştüm üstelik! Sürekli tweet atan, Instagram kullanan bir nesil olarak her hareketimizin kaydını tutabiliyoruz. Bizden önceki nesiller ise ödüllendirilmek için değil, doğru olduklarını düşündükleri için adımlarını atıyorlardı.

Bu hikâyeleri ne yapıyorsun?
Şu an onları paylaşmaya başlamadım ama İstanbul’da da bir kısa film ve bir kitap üzerinde çalışıyoruz. Tüm ‘The Wrinkles of the City’ şehirlerini bir araya getiren büyük kitap ise sene sonunda piyasaya çıkacak. Diğer şehirlerin tamamı hazır, İstanbul’u da ekleyip tamamlayacağız.

Yaşlılara dev portrelerini binalara asacağını nasıl açıklıyorsun?
Yedi sene öncesine göre işim çok daha kolay çünkü diğer ülkelerden fotoğrafları gösterebiliyoruz. Onların ilgisini çeken şeyin portreler değil, röportaj ve anılarını anlatma imkânı olması beni şaşırtmaya devam ediyor. Bu açıdan gençlerden çok farklılar.

Tepkileri nasıl oluyor?
Bazıları portrelerinin asılı olduğu duvarın yakınında yaşamadıkları için onlarla hiç karşılaşmıyor. Portrelerini görenlerden “Güzelmiş.” deyip geçen de, mutluluktan ağlayan da oluyor. Ama genel olarak duvardakinin sadece kâğıt olduğunun, geçici bir şey olduğunun farkındalar. Gençlerle çalıştığımda ise tam tersine aniden yıldızlaştıklarını düşünüyorlar. Bu farkı gerçekleştirdiğim ilk projede anlamıştım. Resmini astığım adamı gelip sonucu görmesi için ikna etmeye çalışıyordum ama “Çok teşekkür ederim ama şu an arkadaşlarımla kafede oturuyorum.” diyerek erteliyordu. Geldiğinde yanında bir sürü insan getireceğinden emindim ama aksine beş dakika göz atıp gitti. Ancak kitabı gösterdiğimde ailesi ve torunlarını portresini görmeleri için getirdi. Bu dünyaya bıraktıkları izleri, paylaştıkları hikâyelerini ve nasıl hatırlanmak istediklerini önemsiyorlar, fotoğraflarını değil. Kitapları da bu hikâyeleri derleyebildiği için seviyorum.

Farklı kültürlerin yaşlılara karşı tutumları hakkında bu proje sayesinde neler öğrendin?
Türkiye’de aile çok önemli bir konuma sahip gibi, derin kökleri olduğu için değişmesi zor ve güzel bir gelenek olduğunu düşünüyorum. Nesiller bir arada yaşıyor, torunlar büyükanne ve büyükbabalarının yanında büyüyor. Los Angeles ve Cartagena gibi şehirlerdeki nesiller arasında kopukluklar görüyorsunuz. Yaşlılarla kurulması gereken ilişkinin farklı bir ritmi olmalı, bir saat bir yerde, bir saat başka bir yerde görüşerek iletişim kurmak zor.

‘The Wrinkles of the City’ posterlerine verilen tepkiler o ülkenin kültürü hakkında neler anlatıyor?
Yaşlıların fotoğraflarını çekerken, hikâyelerini dinlerken çevreden soyutlanmış oluyorsun. Ama sokağa dökülüp işleri yapıştırmaya başladığımızda her türlü tepkiyle karşı karşıya kalabiliyoruz. Bir ülkeyi yakından tanımanın benim için daha iyi bir yolu yok. Mesela Küba’da insanlar ilk defa duvarlarda Fidel, Che veya Raúl’dan farklı birilerinin posterlerini görüyorlardı. Bu yüzden biraz şüpheyle yaklaştılar, bu kadar büyük resimleri hak eden insanların kimler olduğunu merak ettiler. İstanbul’da ise yeni bir proje olmasına rağmen resimlerle yolları kesişenlerin bir çeşit bağ kurabildiğini düşünüyorum. Bize evlerini açıyorlar, yardımcı oluyorlar, çay ikram ediyorlar. Tabii binaları koruma içgüdüleri de oluyor ama kullandığımız boya çok hafif ve kalıcı değil. Zaten bu proje temelli bir yerleştirme değil. Amacım resimlerle yolu kesişenlerin keşfedeceği, duvarlardan silindikten sonra bilinçaltlarında kalmaya devam edecek görseller yaratabilmek.

Fotoğrafın gücünün savunucularından birisin sanırım.
Gücü büyük ama esas önemli olan elindeki görselle ne yaptığın, herkes güzel fotoğraflar çekebilir sonuçta. Bu yüzden katı kurallar uygulayarak fotoğrafların üzerinde çalışıyorum. Yapıştırdığım noktaları en ince noktasına kadar planlayarak seçiyorum ve yolculuğunu başından sonuna takip ediyorum. Fotoğrafların hakkını başka yerlere satmıyorum. Araya giren sponsorlar, markalar, kurumlar yok. Bu sayede fotoğraflar hikâyelerine bağlı kalabiliyor ve başka bir söz söylemiyor. Bu benim için çok önemli çünkü günümüzde görseller her türlü amaca hizmet edebilmek için manipüle edilebiliyor.

İstanbul’da poster yapıştırırken başınıza fazla dert açıldı mı?
[Gülerek] Sanırım rekoru burada kırdık. Çin’de veya Küba’da bile işimiz daha kolaydı galiba. Her projenin kendi zorlukları oluyor. Şiddet ve suçun hüküm sürdüğü bir ülkeye gidebilirsiniz ama sonuçta sokaklar halkın elinde. İstanbul gibi izin verme yetkisinin kimde olduğunu bile anlayamadığınız şehirlerde serbest çalışabilmek için türlü taklalar atmanız gerekiyor. Başka ülkelerde risk altında, korkunun getirdiği adrenalinle son hızda çalışmak bile daha az yorucu.

Tavsiye edilen
    İlginizi çekebilecek diğer içerikler
      Reklâm