Articles (18)
İstanbul Müzik Festivali'nde kaçırmamanız gereken 8 konser
İstanbul kültür dünyasının en kıymetli etkinliklerinden İstanbul Müzik Festivali geldi çattı. Bu yıl 46. kez düzenlenen festival Mayıs’ta başlayıp Haziran ayına uzanıyor. Kentin köklü tarihini yansıtan mekanlar festival kapsamında yine dünyanın en iyi müzisyenlerini ağırlıyor; Sirkeci Garı, Aya İrini Müzesi ve Sirkeci Garı gibi mekanlarda ölümsüz ezgiler yankılanıyor. Açılışını Borusan Filarmoni Orkestrası eşliğinde piyanist Yekwon Sunwoo’nun yapacağı festivalin bu yılki teması aile bağları. Bu kapsamda müzisyen kardeşler, karı kocalar, baba oğullar konserler veriyor, müziğin kuşaklar arasında aktarımı irdeleniyor. Festivalin programı bir hayli kalabalık. Aman kaçırmayın dediğimiz konserleri bir araya getirdik. 23 Mayıs-12 Haziran, detaylar için: muzik.iksv.org
Buğra Gülsoy: “Böyle bir tiple seyirci karşısına hiç çıkmamıştım.”
Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde mimarlık eğitimi alırken fikir değiştirip tiyatro yapmaya başlayan Buğra Gülsoy’u çok yönlü kariyeriyle tanıyoruz. Kıbrıs Devlet Tiyatrosu’nda sahneye çıkan oyuncu, sahne tozunu bir süre boyunca kurucularından olduğu Tiyatro Kutu’da yuttu. Yeteneği onu ekranlara taşıyınca ‘Fatmagül’ün Suçu Ne?’ ve ‘Kuzey Güney’ gibi reytingleri bol televizyon dizilerinde rol aldı. Beyaz perdede de karşımıza çıkan Gülsoy’un adına geçtiğimiz aylarda gösterime giren ‘Acı Tatlı Ekşi’, ‘Mutluluk Zamanı’ gibi filmlerin kredilerinde senarist olarak da rastladık. Bununla da kalmadı, yönetmenlik de yaptı Gülsoy. Serhat Teoman ile birlikte yönettiği ‘Mahalle’ 36. İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma bölümünde yer aldı. ‘Mahalle’yi festivalde kaçırdıysanız, önümüzdeki ay vizyona gireceğinin müjdesini de verelim. Fotoğraf: Cem Talu Gülsoy bu ay Serra Yılmaz’ın ilk kez yönetmen koltuğunda oturduğu ‘Cebimdeki Yabancı’ ile tekrar sinema izleyicisinin karşısına çıkıyor. Üstelik film için fiziksel bir değişim geçirdi ve bıyık bıraktı. Belçim Bilgin’den Çağlar Çorumlu’ya, Serkan Altunorak’tan Şebnem Bozoklu’ya başarılı oyuncuların rol aldığı filmin fragmanlarından birinde karakterlerin bir Sezen Aksu şarkısı eşliğinde dans ettiğini görüyoruz. Her ne kadar eğlenceli bir topluluğa benzese de, fragmanı izlerken insanın içine bir şeylerin zıvanadan çıkacağına dair bir şüphe düşmüyor değil. Çetrefilli kadın erkek ilişkilerinin sinyalini veren fragmanlar, filmi fazlasıyla merak et
2017’nin (şimdilik) en iyi parçaları
Yılın neredeyse dörtte üçü göz açıp kapayıncaya kadar uçup gitti. Biraz durgun görünen popüler müzik dünyasına yakından bakıp yılın en iyi parçalarını seçtik. “MFÖ nerede?” diye soranlara yalnızca Amerika ve Avrupa listelerini gözden geçirdiğimizi hatırlatalım. Aynı soruyu Drake için yöneltenlere ise “Drake burada da olmayıversin,” diyoruz.
Electronica Festival
10. kez düzenlenen Electronica Festival da hazırlıklı gitmeniz gereken etkinliklerden biri. Yılın dans maratonu öncesinde, heyecanla beklediğimiz isimleriyle karşınızdayız.
Türkan Şoray: “Yazmayı çok sevdim”
Türkan Şoray, kitabı ‘Sinemam ve Ben’in yeni baskısı için gerçekleştirilen davetin başlangıç saatinden yalnızca bir dakika sonra kapıda beliriyor. Ama davetin gerçekleştiği İş Sanat binasına girerken gösterdiği telaşa bakarsanız birkaç saat geciktiğini sanabilirsiniz. Davete katılan gazetecilerden fotoğrafçılara, kimseyi bekletmemek için samimi bir endişe duyduğu belli. ‘Sinemam ve Ben’i okurken bu inceliğinin tek bir güne özel olmadığını anlıyorsunuz; Türkiye sinemasının sultanı, kendisine duyulan büyük sevgiye her zaman nezaket ve saygıyla yanıt veriyor. 50 yılı deviren sinema kariyerini anlattığı kitabını da minnet duygularıyla kaleme almış Şoray: Adım adım kariyerini takip ederken Şoray’la birlikte çalışan sinema emekçilerinin, Şoray hayranlarının ve yakınlarının da hikâyelerine tanık oluyorsunuz. Eyüplü utangaç bir genç kızın yıldızını parlatan ilk filmden günümüze uzanan sinema yolculuğunu kısa kısa anılarla aktarıyor Şoray. “Kendimi çok eleştirdiğim yerler var, başarısızlıklarım, korkularım, zaaflarım da,” diyor. Şimdi izlediğimizde komik gelen sahnelerinden de bahsediyor, yönetmenlik denemelerinde yaşadığı çekincelerden de. Kendi bakış açısından sinema tarihimizin özetini sunuyor bir yandan da. Sinemamızın 60’lı yıllardaki parlak döneminde sahip olduğu masalsı havanın, 70’lerde gerçekçiliğe dönüşmesini izliyor; ardından büyük bütçeli Hollywood prodüksiyonları ve televizyonların yarattığı rekabet ortamıyla başlayan gerileme dönemine uzanıyoruz. Film setlerinde geçirdi
Interview: Heba Y. Amin
The exhibition currently occupying Zilberman Gallery’s exhibition space on the third floor of Mısır Apartmanı is Heba Y. Amin’s second solo show in Istanbul, the first being last year’s The World is an Imperfect Ellipsoid, also shown at Zilberman. For that project, Amin went on a five-month journey, following the path outlined in Al-Bakri’s 11th-century geography book on trade routes in West Africa, Kitāb al-Masālik w'al- Mamālik (The Book of Roads and Kingdoms) and documenting what was absent from the texts of medieval travelers. In addition to works from her earlier series, Amin’s new exhibition at Zilberman also showcases her latest project, also inspired by that five-month journey. In it, she focuses on La Agüera, a former Spanish outpost-turned-ghost town on the Ras Nouadhibou peninsula at the southern tip of Western Sahara. Amin’s project, which challenges the historical narratives of colonialism, is unique in that it relies on the 1933 memoir of Jesús Flores Thies, the last inhabitant of La Agüera. By using this book as her source material, Amin successfully juxtaposes the colonial past of a town whose independence is still a matter of debate with one man’s longing for his childhood spent in the Spanish Sahara. The buildings you see in the exhibition, buried under dunes yet still standing, represent the destruction left behind by imperial forces. The struggle they evoke feels very current, thanks in part to Amin’s lyrical style and her attempt to confront the material
Heba Amin Röportajı
Zilberman Gallery'nin Mısır Apartmanı’nın üçüncü katındaki ana sergi alanına yayılan ‘İki Şehir Arasındaki Mesafenin Gökbilimsel Tayini’, Heba Y. Amin’in İstanbul’daki ikinci kişisel sergisi. İlki, geçen yıl aynı galeride açılan ‘Dünya Kusurlu bir Elipsoid’ sergisiydi. Orada Al-Bakri’nin Batı Afrika’daki ticaret yollarını aktaran 11. yüzyıl tarihli coğrafya kitabı ‘Yolların ve Kraliyetlerin Kitabı’nı izlek edinip beş aylık bir yolculuğa çıkmıştı Amin. Ve bu yolculukta, eski zaman seyyahlarının metinlerinde eksik olanları belgelemişti. Yeni sergisinde ise aynı seyahatin duraklarından olan Ras Nouadhibou yarımadasındaki İspanyol sömürge karakolu La Agüera’ya odaklanıyor. Sömürgeci tarih anlatımlarına kafa tutan bu projeyi farklı kılan ise La Agüera okumasını orada en son yaşamış kişi olan Jesus Flores Thies’in 1933’te yazdığı anılarının merceğinde yapması. Böylece bağımsızlığı hâlâ tartışılan kasabanın sömürge geçmişi ile bir adamın İspanyol Sahrası’nda geçirdiği çocukluğuna duyduğu özlem arasındaki uyumsuzluğu görünür kılıyor. Sergideki çalışmalarda karşımıza çıkan binalar ayakta kalmış ama kum tepelerinin altına gömülmüş... Sömürgeci proje tarafından geride bırakılan yıkımı temsil ediyorlar. Hâlâ güncel olan bir çatışmayı sunar gibi... Amin’in lirik üslubu aslında materyalin kendisini sorgulamaya dair bir girişim. Genelde bu tür anılar romantikleştirilir ve bazen yüceltilir. Amin’in projesi de bunu bir
Ferhat Yeter yeni galerisi Anna Laudel Contemporary'yi anlattı
Anna Laudel’in kurduğu, yine sizin direktörlüğünü yaptığınız Art350 Galeri, Anna Laudel Contemporary adıyla tekrar yapılandırıldı. Neden gerek duydunuz buna?Sergi alanına ilave olarak, sanatseverleri bir araya getirecek, daha kapsamlı, uluslararası proje ve etkinlikler düzenleyebileceğimiz, Türkiye’den ve yurt dışından sanatçıları ağırlayabileceğimiz, güncel sanat ortamının nabzını tutan yeni bir mekân olsun istedik. Bunları gerçekleştirmek için de yeni kimliğimizi daha doğru yansıtacağını düşündüğümüz Karaköy’deki tarihi binaya geçtik. İsmimizi de galerinin yeni karakterini daha doğru vurgulayan, daha büyük projelerin ve farklı bir konseptin işaretini veren Anna Laudel Contemporary olarak belirledik. Yeni mekân olarak Karaköy’deki bu beş katlı tarihi binada karar kılarken nelere dikkat ettiniz?Bundan önceki galeri Anadolu Yakası’nda yer alıyordu ama Türkiye’de güncel sanatın kalbi Avrupa yakasında atıyor. Daha fazla kişiye ulaşabilmemiz için bu adres değişikliğini yapmamız gerekiyordu. Ayrıca, sergilere ilave olarak farklı etkinlikler planlamak, Misafir Sanatçı Programı’nı hayata geçirmek, daha kapsamlı ve uluslararası projelere imza atabilmek için daha büyük ve merkezi bir mekâna ihtiyacımız vardı. Karaköy Bankalar Caddesi’ndeki yeni binamız, konumu, tarihi, büyüklüğü ve tasarımı ile tüm ihtiyaçlarımıza fazlasıyla yanıt veriyor. Anna Laudel Contemporary’nin Art350’den ve İstanbul güncel sanat alanındaki diğer mekânlardan farklı olarak nasıl bir çizgisi ve vizyonu olacak pe
The Away Days ile son single'ları 'World Horizon' üzerine
Müzik yapmaya başladığınız dönemle bugün arasında sanatla uğraşmak açısından nasıl farklar var?Can Özen: Mevsimler değişti fakat bilincimiz arttı. Ne yapmak istediğimizi ve nasıl yapabileceğimizi daha net görebiliyoruz. Şartlarımız ise daha zor, şehir hiç olmadığı kadar kasvetli. Başta lehimize kullandığımız karanlık, şu an aleyhimize işliyor. Umarım zamanla dengeleyebiliriz. Böyle netameli zamanlarda müzikle uğraşmak nasıl hissettiriyor? “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır,” sözü felaketlerin içindeyken nasıl geliyor kulağınıza?Can: İster felaket ister huzur dolu bir ortam; ne zaman isterseniz müzik yapmalısınız. Ülkeyi kontrol altında tutmak bizim elimizde değil. Zaman akıp geçiyor. Yaşıyor muyuz yoksa sadece zaman mı öldürüyoruz bilmiyoruz. Bunu Thom Yorke’a sorabiliriz. Yurt dışında ciddi bir görünürlüğünüz var. (SXSW) gibi önemli yerlerde sahne aldınız. Önceliğiniz daha beynelmilel bir dinleyiciye seslenmek denilebilir mi?Sezer Koç: Yurt dışında inanılmaz bir rekabet var. Akıl almaz bir şey. O yüzden önümüzdeki albüm ile The Away Days’i bir adım ileri taşıyıp, vaktimizi en verimli biçimde kullanarak profesyoneller ligine adım atmak istiyoruz. Ve tabii ki bu ligin izleyicileri çok daha fazla, geri dönüşü de... Yurt dışı performanslarınızla Türkiye konserleri arasında bir fark oluyor mu?Sezer: Genel olarak daha meraklı ve yaşayan bir izleyici ile karşılaşıyoruz yurt dışında. Bu da bizi daha çok heyecanlandırıyor tabii. Bir grup olarak kendi sesinizi bulurken ki
Interview: Meriç Öner
This is the second ’80s-centric show at SALT after last year’s How did we get here. Why the focus on the ’80s?“These exhibitions are organized as part of a five-year program by the L’Internationale museum confederation, of which SALT is a member. How did we get here focused on social and cultural turning points in Turkey during the ’80s, while this show takes a look at production trends in Turkey between 1955 and 1995, with a focus on the ’80s.” Why the era from 1955 to 1995?“When we looked at the increase in consumer products, we saw that the trend wasn’t limited to the ’80s, so we decided to go as far back as 1955. There are a few different components to the exhibition, but the one that best accommodates systematic research is industry. Industrial production in Turkey started in 1955, yet due to the country’s economic policies, specifically the quota on foreign currency and the limited import/export opportunities, it developed very slowly – yet it was always there as a substratum of sorts. As a result of the new economic policies in the ’80s, which encouraged an increase in production and exports, there was an intense focus on ideas that lay dormant since 1955. After the Customs Union was implemented in 1995, imported products became much more accessible in Turkey – which delivered somewhat of a blow to producers, as it meant they had to compete internationally from within the country.” Why did you focus on objects?“Our aim was to demonstrate how the atmosphere of productio
Furkan Temir: Kurguyla gerçek arasında
Furkan Temir çocukluğunu geçirdiği küçük kasabada sinema ile uğraşma hayalleri kurarak büyümüş. Biraz daha aklının başına geldiği lise yıllarında ise Tarkovski’nin sinema ile ilgili notlarını okurken birden fark etmiş ki film denilen şey arka arkaya dizilmiş karelerden başka bir şey değil, sinema öğrenmek istiyorsa fotoğraftan başlamak zorunda. Sonrasında erken yaşta olgunlaşan bir belgesel ve haber fotoğrafçılığı serüveni başlıyor. Öyle ki geçtiğimiz yıl önemli fotoğraf ajanslarından VII’ın genç fotoğrafçıları kabul ettiği mentor programına seçiliyor. Üniversite eğitimi için İstanbul’a gelince artık işi profesyonelliğe döküyor ve haber fotoğrafçılığı yapmaya başlıyor. Orta Doğu’nun sonu gelmez savaşlarına birçok kez tanıklık ediyor, o anları ölümsüzleştiriyor. Fotoğraf anlayışını ise hikâyeler üzerinden açıklıyor Temir: “Yaptığım işlerin tümünde bir hikâye anlatmaya çalışıyorum. Bu hikâye bazen salt gerçeklerden oluşabildiği gibi bazen kendi hikâyem de olabiliyor, işin kurgu kısmına girmeyi de seviyorum.” Temir’in işlerini etkileyici kılan, objektifiyle gerçekliği paketlemek ya da dönüştürmek gibi bir derdinin asla olmaması. Hayata karşı yaklaşımı fotoğrafa olan yaklaşımından daha baskın, gerçeklere yalnızca tanıklık edilemeyeceğinin farkında. Yaptığı işin ahlaki sorumluluklarını biliyor ve bu konuda elinden geldiğince dikkatli davranıyor. Objektif bir göz olmadığını dile getirerek, “Hepimiz olan bitenlerin bir parçasıyız,” diyor. Farklı teknikleri bir araya getirip kolaj iş